Wishbone Ash İstanbul'daydı...
ya da İstanbul Ladese Tutuştuğunda...
Wishbone Ash konserini Nisan ayında radyodan duyduğumda kararsız kalmıştım. Wishbone Ash, eski dönem rock ve hard rock dinleyen ve dönemi biraz kazıyıp hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz bir grup. 1969'dan beri tam 23 albüm yapmış, Andy Powell dışında grubun her elemanı defalarca değişmiş, müziği bu değişiklik dönemleri içinde progressive rock ile hard rock arasında gidip gelmiş, aslında biraz da arada kalmış bir gruptur. Diğer bir yandan, Wishbone Ash rock müziğine çok özel bir hediye getirmiş özel bir gruptur aynı zamanda. Aynı anda, atılan çapraz solorlar ile oldukça epik ve farklı albümlere imza atmıştır.
Wishbone Ash'i sanırım bundan hemen hemen 25 yıl önce İzmir-Karşıyaka'da sürekli kaset doldurttuğum (O zamanlar plaktan kaset çeken abiler vardı. Denizfeneri gibi adamlardı.) Çoşkun Abi'den (bilenler bilir Tempo Müzik) kaydettirdiğim bir Marillion kasetinin boş kısmına çektiği (yine o zamanlar albüm 46 dk.dan uzun 60 dk.dan kısa ise aradaki 10-15 dk.lık kısma abilerimiz bize farklı parçlar çeker boşluğu doldururdu.) Throw Down The Sword'u dinlemem ile oldu. Açıkçası kasedin sonunda şarkı bittiğinde albümü bırakıp kasedin sonunu sarıp sarıp şarkıyı yeniden dinlemiştim. Tabii ki ertesi hafta, haftalığımı alır almaz gidip Argus ve Wishbone Ash Four albümlerini bir 90'lık kasedin iki tarafına kaydettirip neredeyse bütün yaz dinlemiştim. 2005'de Türkiye'ye ilk gelişlerinde kışın ortası olması ve yeni doğan kızım, yeni iş vs. nedenlerle gidememiştim. Açıkçası, kadronun çok değişmiş olması ve 80'den sonra yaptığı albümlere o kadar ısınamamış olmam nedeniyle de o kadar önemsememiştim. Ancak, 2005'deki konsere giden ve rock kültürüne çok inandığım bir arkadaşım "İyi konserdi valla, çatır çatır çaldılar." deyince "Tüh." demiştim. Tabii ki, şans kapıyı ikinci kez çalınca bunu değerlendirmek gerekiyordu. Ne demişler "Bir hatayı bir kez yaparsan bu hatadır. İkinci kez yaparsan bu tercihtir." Bugüne kadar bir çok salak ve ölümcül derecede hatalı tercih yapmış biri bile olsam da böyle bir tercih artık kendime ihanet olacaktı.
Sonunda biletimi aldım ve günü beklemeye başladım. Çalacaklarına emin olduğum (daha doğrusu çalsınlar diye dua ettiğim) şarkılar tabii ki Kingdom Come (Argus - 1972), Throw Down The Sword (Argus - 1972), Sometime World (Argus - 1972), You See Red (No Smoke Without Fire - 1978), Phoenix (Wishbone Ash - 1970), No Easy Road (Wishbone Ash Four - 1974), Rock 'n Roll Widow (Wishbone Ash Four - 1974), Ships In The Sky (No Smoke Without Fire - 1978) ve tabii ki yeni albümden bir ya da iki parça şeklindeydi. "Arkadaş, set list'lerini sen yapaydın bari." diyebilirsiniz. Sonuçta bir grubu 25 yıl bir şekilde kimi zaman severek, kimi zaman kızarak takip ettiyseniz bu kadarlık bir hakkı kendinizde görürsünüz. Hem bu listeye 5-6 parça daha ekleyebilirim (özellikle, çok beğenmediğim ama saygı duyduğum progressive yönü yüksek Bare Bones, Clan Destiny albümlerinden) ama kendimi gazlamadan sadece olabilecekler listesi yaptım kendimce. Kızmayın o kadar.
Konser günü MP3 player'a Wishbone Ash külliyatını yükleyip yanına da Blues Brothers'dan Over Kill'e karışık bir playlist alıp hazırlıkları tamamladım. Konser günlerinde genellikle konser verecek grubun bir kaç tane en iyi bildiğim parçasını ve bir kaç tane de çok bilmediğim albümünü dinlerim. Konserden önceki son 2 saat içinde ise mutlaka farklı şeyler dinlemeye çalışırım. Bunun nedeni, hem az dinlediğim o an hatırlamadığım bir parça çaldıklarında konserden kopmamak hem de kafamı farklı müziklerle dağıtıp dinlediğm konseri daha iyi değerlendirmek. Tavsiye ederim.
Sonunda kapılar açıldı ve Jolly Joker'den içeri girdim. Önce mekan hakkında bir kaç laf edeyim. Uzun zamandır herhangi bir etkinliğe katılmadığımdan (hatta Taksim'e bile uğramadığımdan) Jolly Joker'e de ilk kez geliyordum. Mekanı sevdiğimi söyleyebilirim. Özellikle benim gibi girdiği mekanda ilk sorusu "Burada sigara nerede içilir?" olan birisi için hem konser izleyip hem de sigara arası verebilecek bir yer. Konser öncesi çalınan şarkı seti de bence hem günün ruhuna hem de gelen dinleyiciye uygundu. Konser öncesi iyi geldi doğrusu. Sahne önünün de ince uzun olması çalan grup için kalabalık bir seyirciği var etkisi yaratıyordur. Ancak, bu dar alanda yer kapmak ve daha sonra "acil durum dumanlanması" için geriye çıkmak biraz zulüm.
Seyirciye gelince. Bir kere benim beklediğimden daha genç bir kitle vardı seyirci olarak. Çoğu da grubun en azından 2 ya da 3 albümünü (tabii ki Argus dahil olarak) biliyordu. Bir de İstanbul'da yaşayan ya da turist olarak gelmiş yabancılardan oluşan bir grup vardı ki Wishbone Ash'in halen neden albüm çıkardığının bir delili gibiydiler.
Grup sahneye çıktığından tabii ki Andy Powell elinde siyah üzerine sedefli, boyun ve köprüde seramik ve ucu açık çift singledan humbuckler manyetikli, ekstra ton ayarlı ve tremololu bir Gibson Flying V ile çıktı sahneye. Konser boyunca da aynı özelliklere sahip oluğunu düşündüğüm iki farklı Flaying V daha kullandı. Grubun en son gitaristi olan Finli Muddy Manninen ise sarı, çift humbuckler manyetikli bir Gibson Les Paul ile sahne aldı. Konser içinde bazı parçalarda mayetik yapısı Powell'in Flaying V'sine benzer humbucker manyetikli başka bir Les Paul'da kullandı. Baterist Joe Crabtree ise standart bir Sonor bateri seti ile (o kadar standart ki trampet, tek bas (cross), 1 high, 1 mid tom, 1 low tom, 4 Zildjian zil takımı) yerini aldı. Basta Bob Skeat (Bob Skeat diyemiyorum zira grubu tanıtırken ismini kaçırdım ve bana göre o basçı Bob Skeat ise bende şapkasız çıkarım bundan sonra sokağa) ise bir Fender Jazz Bass ile sahdedeydi.
Not: Linklerde yazdığım özelliklere en benzer cihazları bulabilirsiniz. Belki fikir verir. Renkleri tutmayabilir ama teknik olarak benzerleri seçmeye çalıştırm.
Grup sahneye çıkmasıyla birlikte Argus'dan The King Will Come'ı patlatıverdi. Bana göre bomba daha konserin başında Jolly Joker'in ortasına atılmıştı. Ancak, ben dahil herkes bir anda böyle bir bomba beklemiyordu herhalde. Kimse ilk 1 dk. içinde girizgah mı yaptılar şarkıyı mı çalacaklar anlayamadı. İdrak ettiğimizde konser başlamıştı bile. The King Will Come, Andy Powell'in epik, hafif mistik sayılabilecek, kendi becerilerini sergileyebileceği bir parçaydı. Açıkçası vokaller konusuna en son gireceğim. Çünkü genellikle Wishbone Ash'in özellikle ilk dönem (1980'e kadarki dönem diyebiliriz aslında) parçalarındaki o yumuşak, gitar tonlarına uyumlu sese alışan kulaklarımız Andy'nin (niye öyle yazdığımı sona doğru anlayacaksınız) kötü vokalleri ile bir anda irkildi.
The King Will Come bitince Andy'nin İstanbul'u öven merhabası ile birlikte mabadımız yeri öpüverdi. Çünkü Throw Down The Sword'a başladılar ki bu şarkının benim kendileriyle tanışma şarkım olması nedeniyle (nasıl olduğunu okudunuz yukarıda) ayrı bir önemi vardır benim için. Ayaklar yerden kesilecekti ki, yine vokal yine vokal... Sonuçta şarkının sonundaki çapraz solo kısmı da biraz Andy'nin üzerinde kalmış gibiydi. Yine de ahir ömrümde canlı canlı bu şarkıyı sahibinden dinledim sonunda. Evet, gitar tonları alıştığım (ezberlediğim de denebilir) tonlardan biraz daha sivriydi, vokaller sırf sözler var olduğu içindi ve olmasa daha iyiydi, Martin Turner daha solid çalıyordu, Martin Turner daha güzel ve özgün söylüyordu ama bu şarkı rock tarihinde atılan en güzel ve en epik sololardan birine sahipti ve döneminin dışındaydı. Biz de aklı 60'larla 90'ların başı arasına takılmış bir grup insan burada 40 yıl sonra dinliyorduk.
Throw Down The Sword biter bitmez, güm diye Sometime World başladı. Açıkçası o anda düşündüğüm şey "Eee.. Ne çalacaklar sonra." oldu. Argus'un en büyük parçaları arka arkaya patlatılmış ve seyirci söyle bir sallanmıştı ama kalan zamanda neler ne olacaktı? Hani Argus'u baştan sona çalsalar benim için bir sorun yoktu da Andy Powell'in yerinde olsam sıkılır sahneden giderdim herhalde. Sometime World, aslında diğer iki parça gibi özel bir parçadır. Bana en özel gelen yeri çifte sololar dışında şarkının albümde dinamiğini sağlayan Martin Turner'in kemik basları ve Steve Upton'un çaldığı baterisi ile yarattığı ritm ve ataklardır. Parçanın dinamizmi biraz da sololara bu kadar örtüşmüş giden bateri partisyonlarıdır. Açıkçası, şarkının uzun son bölümü biraz kısa kesildi. Belki de nedeni şu an çalan bateristin ve basçının (Joe Crabtree ve -umarım- Bob Skeat) bu partisyonları daha farklı (kötü değil gerçekten farklı, daha yumuşak ve daha sade) çalmasından kaynaklanıyordur. Buradaki yorumum gerçekten taraflı değil. Bateri sert miydi? Evet. Bas zamanında orada mıydı? Evet. Ancak, şarkıyı albümden dinleyince oradaki enerjinin ne kadar farklı olduğu anlaşılıyor. Şarkı güzel çalındı ama yükselemedi bir türlü.
Sometime World bitince, yeni albümden Heavy Weather başladı. Yeni albümün sadece 3 parçasını YouTube'dan bulup dinlemiş ve aklımda kalan bir parça olmamıştı aslında. Ancak, grup Argus gazıyla seyirciyi kafa kolan alacağını iyi tahmin etmişti. Yeni albüm parçası doğru bir seçimdi doğrusu. Bir kere albümdekinden güzel çaldılar ve "Ha şimdi gelecek, ha şimdi geliyor" diye beklenen karşılıklı sololaşma bu parçada kendini buldu. Şarkının gitar riffleri üzerine kurulu yapısı üzerine hem Andy Powell hem Muddy Manninen iyi ve karşılıklı sololar attı. Bence konserin en iyi çalınan parçası da buydu.
Wishbone Ash - Heavy Weather @JollyJoker İstanbul 9 Mayıs 2013 (Jolly Joker YouTube sayfasından)
Heavy Weather sonrasında benim için oldukça süpriz bir parçaya başladılar. Open Road. Parça orjinalindeki steel gitar solosu tabii ki elektro gitar ile biraz farklılaşarak (tabii ki parçayı da biraz daha sıradanlaştırarak) çalındı ama enerjisi iyiydi. Bu şarkı aslında yine ritm partisyonları ve basları ile daha çok öne çıkan bir parçadır ve bu sefer albümdeki enerjinin de üzerine çıkıldı bence.
Daha sonra, 80'lerin başından tekrar bugüne dönüp yine son albümden Man With No Name'i çaldı ki bu da bence albümdeki halinden daha sert ve daha enerjisi yüksek çalındı (Albümdeki halini konserden sonra bulup dinedim tabii ki). Şarkıyı daha önce hiç dinlemediğim için bu anı "acil duman arası" olarak kabul edip Jolly Joker'in duman alanına tırmanışa başladım. Benle beraber alana yönelen bir kaç kişi daha görünce daha az suçluluk hissederek yaktım ilk sigaramı.
Grup, yeniden '80'ler çevresine dönüp Living Proof (1980), Surface To Air (1977), Engine Overheated (1982)'i çalıp aslında ne yapmak istediklerini anlattılar bence. Her 3 parçayı da orjinal albümlerdekinden çok daha enerik ve takır takır çaldılar ve biz Hard Rock yapmak istiyoruz dediler. Argus'un en tepedeki 3 şarkısı ile başlatılan havayı yükseltme durumunun nedeniyde buydu sanırım. 2000'lerde daha progressive parçalar yapsalar da belli ki Andy Powell'in çalmaktan keyif aldığı müzik geçmişteki o epik günlerden çok bu sular. Kısaca, bize buyrun istediğiniz kısmı çaldık, bu da bizim istediklerimiz keyfinizi kaçırmadan biraz da biz keyif alalalım dediler bu süre içinde.
Konserin sonunda tabii ki Wishbone Ash'i Wishbone Ash yapan o epik günlere bir selam vermek gerekiyordu ve bu selam çok sağlam geldi. Bis öncesi son şarkı Phoenix'di. Açıkçası iyi bir kapanış oldu diyebilirim. Bis'e de saklanabilirdi belki ama böylece dualarımın yarısı kabul edilmiş oldu. Phoenix aslında Argus'daki epik yapının bütün temel taşlarını taşır ve o dönemdeki müziğin pyhsodelic'den progressive ve hard rock'a evrilmesine dair etkilerini tam olarak gösterir. O dönemde çıkan Uriah Heep'in Gypsy'si, Deep Purple'ın Child In Time'ı (ki Phoenix açıktan Child In Time'a gönderme içerir. Nedeni az sonra...) temelde aynı rüzgarın çocuklarıdır. Yaklaşık 10 dk.lık şarkı ile yeniden köklere/köklerimize döndük. Sonra? Sonra, ışıklar yandı, grup selam verip el salladı ve sahne boşaldı.
Tabii ki seyirci görevi yaparak grubu sahneye çağırmakta gecikmedi. Onlar da fazla naz yapmadan sahneyi doldurdular yeniden. Grup gelir gelmez bu sefer 1971'den Jail Bait'i çaldı arkasından da Argus'dan Blowin' Free'yi. Açıkçası o zaman Andy Powell'in hard rock sularında kalmak istediği daha da pekişti zihnimde. Çünkü bu iki parça da o dönemin progressive, epik Wishbone parçaları içinde hard rock tarafında duran nadir parçalardandır ve o dönem Wishbone Ash albümlerini dinlerken dinleyip geçtiğiniz, albümlerde o epik yapıyı destekleyici şarkılardır.
Sonuçta neredeyse babamın yaşına yakın yaştaki adam(lar) gelip 1.5 saat çatır çatır çalmış ve elini sallayıp sahneyi terketmişti. Burada, Jolly Joker çalışanlarına teşekkür etmeliyim. Kendilerinden dilendiğim set listi bana bir şekilde sağladılar. Ben de bir güzel imzalattım Andy Powell'a. İnanmayan buyursun...))
Wishbone Ash 9 Mayıs 2013 İstanbul Konseri Set List (Andy Powell'ın imzası ile)
İmza sırasında kendisinebir kaç yerde okuduğum bir olayı da sorma imkanım oldu. Rivayet odur ki, '69 - 70 yıllarında Wishbone Ash albümü olmayan bir grup olarak Deep Purple'ın ön grubudur. Blackmore'un ses kontrolü yaptığı bir sırada Andy Powell gitarını amfiye takar ve birlikte ısınmaya (daha doğrusu atışmaya) başlarlar. Blackmore, Andy Powell'ın çalışından ve tekniğinden etkilenir ve o zamanki plak şirketleri Decca'ya bastırır ve Wishbone Ash'in ilk albümü çıkar. Sonuç, rivayet doğruymuş. Bu olay gerçekmiş ve ilk albüm bu şekilde çıkabilmiş. Andy Powell ile ilgili son bir not. Yaşına göre gayet dinç ve keyifliydi. İmza sırasında sanki biraz önce sahnede performans gösteren adam o değilmiş gibi gayet rahat ve keyifliydi.
Wishbone Ash benim çarpıldığım dönemlerindeki Wishbone Ash değil. Zaten böyle bir beklentim (hatta hayalim bile) yok. Efsanevi şarkıları çalanlar çoktan grubu terketmiş. Grubun vokal yükünü de taşıyan Martin Turner gibi kurucu elemanları ayrılmış, bir ayağı progressive rock'da bir ayağı da hard rock'da kalarak arada kalan bir izleyici kitlesine ulaşabilmiş bir grup var karşımızda. Andy Powell'in gitaristliğinin tartışılacak bir tarafı yok. Oldukça teknik ve karmaşık soloları gayet rahat attı, gerektiği zaman da sahnede geriye çekilerek Muddy Manninen'e yer açmayı bildi. Gitar tonları benim alıştığım Wishbone Ash tonlarına göre biraz daha sivri ve sert olmakla birlikte canlı performans ve ses dağılımı açısından benim aradığım tonlardan daha iyi iş çıkardı. Ancak, vokal yapmasa çok daha iyi olurdu. Orta seviyede yumuşak sesli bir vokalistleri olsa tüm şarkılar o kadar farklı olurdu ki gerçekten bomba bir konser halini alırdı bu konser.
Diğer gitarist, Muddy Manninen, bence grubun soundunda çok farklı bir tını yaratmış. Grubun progressive köklerinin altına ciddi bir blues ve rock temeli döküyor. Özellikle Sometime World, Heavy Weather gibi şarkılarda attığı sololar çok net ve başarılıydı. Çoğu çok yıllar önce yapılmış ve Ted Turner, Laurie Wisefield gibi yetenekli gitaristlerin çaldığı solo ve ritmleri başarıyla ve onları aratmadan çaldı. Bence, çaldıklarından çok gruba kattığı daha blues rock tonları nedeniyle Andy Powell'in gitar tonlarını da biraz daha sivriltmiş olması daha önemli. Bu tonlar, grubu doğduğu köklerinden farklı bir yere koyuyor ama hala o başlangıç noktasına dönebilecek kadar yakında tutuyor. Bunun önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum açıkçası.
Basçı Bob Skeat (yani umarım o'dur) ise bence Martin Turner'in yarattığı o kemik bas etkisine yaklaştı ama o seviyeye gelemedi. Özellikle Argus'tan çalınan şarkıların yükselip yükselip bir yerlerde kalmasının bence temel nedeni vokaller ve bas partisyonlarıydı. Grubun ilk 4-5 albümünü dinlediğinizde iki gitar uçuşa kalktığında basın ritm gitar eksikliğini de tamamlayarak bateri ile birlikte korkunç bir ritm alt yapısı oluşturduğu ve o soloların iç içe geçmesini sağladığını duyabilirsiniz. Bunu konserde yaşamadık. Diyebilirsiniz ki, bas partisyonları ve çalış kötü müydü? Hayır, ama bir şey eksikti işte. Bir adım geride kaldı hem şarkıların orjinallerinden hem de konserin kendi dinamiğinden.
Davuldaki Joe Crabtree ise çok sağlam (tam tanımı "solid" aslında) çalan bir baterist. Grubun en genç ve en son katılan elemanı. Davulların güçlü ve akıcı olduğunu söylemeliyim. Eksiği yoktu ama fazlası da yoktu. Özellikle eski dönem parçalardaki (yani Argus ve o dönemin parçalarında) Steve Upton'dan bildiğimiz beklenmedik geçiş atakları ya da bas destekli ritm geçişleri olması gerektiği gibi kaldı. Performansa ek bir katkı getirmedi. Sadece olması gerektiği kadardı (Diyebilirsiniz ki "Yetmez mi?" Tabii ki yeter, ama hani azıcık ittirse(ler) başka bir şey olacak gibiydi her şey. Derdim olanın kötülüğü değil daha iyi olabilememesi).
Ses düzenini açıkçası beğendim. Her sesi, ton değişimlerini, iki gitarın akışları ve geçişlerini duyabildim. Özellikle basların gitar ve vokalleri ezmemesi ve cross davulu bas gitardan net bir şekilde ayırabilmek iyiydi. Vokallerin kimi zaman enstrüman seslerinin arkasında kalmasının suçlusu bence ses düzeni değil vokalin kendisiydi. Kapalı yerlerdeki konserlerde genelde yaşadığım konser sonrası sağırlığını da havasızlıktan daralma durumunu da yaşamadım.
Beklediğime yakın bir kalabalık ile keyifli, güzel ve nostaljik bir konserdi. Albümlerdeki gibi mırıl mırıl değil takır takır çalmıştı grup. Dualarının en azından yarısı kabul olmuş bir adam olarak (ki dualarımın tamamının kabulünü hiç beklemiyorum) keyifle seyrettim. Sonuçta 10 üzerinden 6'lık bir konserdi benim için (daha önce bu blog'da yazdığım gibi bu benim notum tabii ki). Umarım ahir ömrümde bir daha seyretme imkanı da bulurum. Belki de bu kez açık havada. Kim bilir?
Wishbone Ash konserini Nisan ayında radyodan duyduğumda kararsız kalmıştım. Wishbone Ash, eski dönem rock ve hard rock dinleyen ve dönemi biraz kazıyıp hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz bir grup. 1969'dan beri tam 23 albüm yapmış, Andy Powell dışında grubun her elemanı defalarca değişmiş, müziği bu değişiklik dönemleri içinde progressive rock ile hard rock arasında gidip gelmiş, aslında biraz da arada kalmış bir gruptur. Diğer bir yandan, Wishbone Ash rock müziğine çok özel bir hediye getirmiş özel bir gruptur aynı zamanda. Aynı anda, atılan çapraz solorlar ile oldukça epik ve farklı albümlere imza atmıştır.
Wishbone Ash'i sanırım bundan hemen hemen 25 yıl önce İzmir-Karşıyaka'da sürekli kaset doldurttuğum (O zamanlar plaktan kaset çeken abiler vardı. Denizfeneri gibi adamlardı.) Çoşkun Abi'den (bilenler bilir Tempo Müzik) kaydettirdiğim bir Marillion kasetinin boş kısmına çektiği (yine o zamanlar albüm 46 dk.dan uzun 60 dk.dan kısa ise aradaki 10-15 dk.lık kısma abilerimiz bize farklı parçlar çeker boşluğu doldururdu.) Throw Down The Sword'u dinlemem ile oldu. Açıkçası kasedin sonunda şarkı bittiğinde albümü bırakıp kasedin sonunu sarıp sarıp şarkıyı yeniden dinlemiştim. Tabii ki ertesi hafta, haftalığımı alır almaz gidip Argus ve Wishbone Ash Four albümlerini bir 90'lık kasedin iki tarafına kaydettirip neredeyse bütün yaz dinlemiştim. 2005'de Türkiye'ye ilk gelişlerinde kışın ortası olması ve yeni doğan kızım, yeni iş vs. nedenlerle gidememiştim. Açıkçası, kadronun çok değişmiş olması ve 80'den sonra yaptığı albümlere o kadar ısınamamış olmam nedeniyle de o kadar önemsememiştim. Ancak, 2005'deki konsere giden ve rock kültürüne çok inandığım bir arkadaşım "İyi konserdi valla, çatır çatır çaldılar." deyince "Tüh." demiştim. Tabii ki, şans kapıyı ikinci kez çalınca bunu değerlendirmek gerekiyordu. Ne demişler "Bir hatayı bir kez yaparsan bu hatadır. İkinci kez yaparsan bu tercihtir." Bugüne kadar bir çok salak ve ölümcül derecede hatalı tercih yapmış biri bile olsam da böyle bir tercih artık kendime ihanet olacaktı.
Sonunda biletimi aldım ve günü beklemeye başladım. Çalacaklarına emin olduğum (daha doğrusu çalsınlar diye dua ettiğim) şarkılar tabii ki Kingdom Come (Argus - 1972), Throw Down The Sword (Argus - 1972), Sometime World (Argus - 1972), You See Red (No Smoke Without Fire - 1978), Phoenix (Wishbone Ash - 1970), No Easy Road (Wishbone Ash Four - 1974), Rock 'n Roll Widow (Wishbone Ash Four - 1974), Ships In The Sky (No Smoke Without Fire - 1978) ve tabii ki yeni albümden bir ya da iki parça şeklindeydi. "Arkadaş, set list'lerini sen yapaydın bari." diyebilirsiniz. Sonuçta bir grubu 25 yıl bir şekilde kimi zaman severek, kimi zaman kızarak takip ettiyseniz bu kadarlık bir hakkı kendinizde görürsünüz. Hem bu listeye 5-6 parça daha ekleyebilirim (özellikle, çok beğenmediğim ama saygı duyduğum progressive yönü yüksek Bare Bones, Clan Destiny albümlerinden) ama kendimi gazlamadan sadece olabilecekler listesi yaptım kendimce. Kızmayın o kadar.
Konser günü MP3 player'a Wishbone Ash külliyatını yükleyip yanına da Blues Brothers'dan Over Kill'e karışık bir playlist alıp hazırlıkları tamamladım. Konser günlerinde genellikle konser verecek grubun bir kaç tane en iyi bildiğim parçasını ve bir kaç tane de çok bilmediğim albümünü dinlerim. Konserden önceki son 2 saat içinde ise mutlaka farklı şeyler dinlemeye çalışırım. Bunun nedeni, hem az dinlediğim o an hatırlamadığım bir parça çaldıklarında konserden kopmamak hem de kafamı farklı müziklerle dağıtıp dinlediğm konseri daha iyi değerlendirmek. Tavsiye ederim.
Sonunda kapılar açıldı ve Jolly Joker'den içeri girdim. Önce mekan hakkında bir kaç laf edeyim. Uzun zamandır herhangi bir etkinliğe katılmadığımdan (hatta Taksim'e bile uğramadığımdan) Jolly Joker'e de ilk kez geliyordum. Mekanı sevdiğimi söyleyebilirim. Özellikle benim gibi girdiği mekanda ilk sorusu "Burada sigara nerede içilir?" olan birisi için hem konser izleyip hem de sigara arası verebilecek bir yer. Konser öncesi çalınan şarkı seti de bence hem günün ruhuna hem de gelen dinleyiciye uygundu. Konser öncesi iyi geldi doğrusu. Sahne önünün de ince uzun olması çalan grup için kalabalık bir seyirciği var etkisi yaratıyordur. Ancak, bu dar alanda yer kapmak ve daha sonra "acil durum dumanlanması" için geriye çıkmak biraz zulüm.
Seyirciye gelince. Bir kere benim beklediğimden daha genç bir kitle vardı seyirci olarak. Çoğu da grubun en azından 2 ya da 3 albümünü (tabii ki Argus dahil olarak) biliyordu. Bir de İstanbul'da yaşayan ya da turist olarak gelmiş yabancılardan oluşan bir grup vardı ki Wishbone Ash'in halen neden albüm çıkardığının bir delili gibiydiler.
Grup sahneye çıktığından tabii ki Andy Powell elinde siyah üzerine sedefli, boyun ve köprüde seramik ve ucu açık çift singledan humbuckler manyetikli, ekstra ton ayarlı ve tremololu bir Gibson Flying V ile çıktı sahneye. Konser boyunca da aynı özelliklere sahip oluğunu düşündüğüm iki farklı Flaying V daha kullandı. Grubun en son gitaristi olan Finli Muddy Manninen ise sarı, çift humbuckler manyetikli bir Gibson Les Paul ile sahne aldı. Konser içinde bazı parçalarda mayetik yapısı Powell'in Flaying V'sine benzer humbucker manyetikli başka bir Les Paul'da kullandı. Baterist Joe Crabtree ise standart bir Sonor bateri seti ile (o kadar standart ki trampet, tek bas (cross), 1 high, 1 mid tom, 1 low tom, 4 Zildjian zil takımı) yerini aldı. Basta Bob Skeat (Bob Skeat diyemiyorum zira grubu tanıtırken ismini kaçırdım ve bana göre o basçı Bob Skeat ise bende şapkasız çıkarım bundan sonra sokağa) ise bir Fender Jazz Bass ile sahdedeydi.
Not: Linklerde yazdığım özelliklere en benzer cihazları bulabilirsiniz. Belki fikir verir. Renkleri tutmayabilir ama teknik olarak benzerleri seçmeye çalıştırm.
Grup sahneye çıkmasıyla birlikte Argus'dan The King Will Come'ı patlatıverdi. Bana göre bomba daha konserin başında Jolly Joker'in ortasına atılmıştı. Ancak, ben dahil herkes bir anda böyle bir bomba beklemiyordu herhalde. Kimse ilk 1 dk. içinde girizgah mı yaptılar şarkıyı mı çalacaklar anlayamadı. İdrak ettiğimizde konser başlamıştı bile. The King Will Come, Andy Powell'in epik, hafif mistik sayılabilecek, kendi becerilerini sergileyebileceği bir parçaydı. Açıkçası vokaller konusuna en son gireceğim. Çünkü genellikle Wishbone Ash'in özellikle ilk dönem (1980'e kadarki dönem diyebiliriz aslında) parçalarındaki o yumuşak, gitar tonlarına uyumlu sese alışan kulaklarımız Andy'nin (niye öyle yazdığımı sona doğru anlayacaksınız) kötü vokalleri ile bir anda irkildi.
The King Will Come bitince Andy'nin İstanbul'u öven merhabası ile birlikte mabadımız yeri öpüverdi. Çünkü Throw Down The Sword'a başladılar ki bu şarkının benim kendileriyle tanışma şarkım olması nedeniyle (nasıl olduğunu okudunuz yukarıda) ayrı bir önemi vardır benim için. Ayaklar yerden kesilecekti ki, yine vokal yine vokal... Sonuçta şarkının sonundaki çapraz solo kısmı da biraz Andy'nin üzerinde kalmış gibiydi. Yine de ahir ömrümde canlı canlı bu şarkıyı sahibinden dinledim sonunda. Evet, gitar tonları alıştığım (ezberlediğim de denebilir) tonlardan biraz daha sivriydi, vokaller sırf sözler var olduğu içindi ve olmasa daha iyiydi, Martin Turner daha solid çalıyordu, Martin Turner daha güzel ve özgün söylüyordu ama bu şarkı rock tarihinde atılan en güzel ve en epik sololardan birine sahipti ve döneminin dışındaydı. Biz de aklı 60'larla 90'ların başı arasına takılmış bir grup insan burada 40 yıl sonra dinliyorduk.
Throw Down The Sword biter bitmez, güm diye Sometime World başladı. Açıkçası o anda düşündüğüm şey "Eee.. Ne çalacaklar sonra." oldu. Argus'un en büyük parçaları arka arkaya patlatılmış ve seyirci söyle bir sallanmıştı ama kalan zamanda neler ne olacaktı? Hani Argus'u baştan sona çalsalar benim için bir sorun yoktu da Andy Powell'in yerinde olsam sıkılır sahneden giderdim herhalde. Sometime World, aslında diğer iki parça gibi özel bir parçadır. Bana en özel gelen yeri çifte sololar dışında şarkının albümde dinamiğini sağlayan Martin Turner'in kemik basları ve Steve Upton'un çaldığı baterisi ile yarattığı ritm ve ataklardır. Parçanın dinamizmi biraz da sololara bu kadar örtüşmüş giden bateri partisyonlarıdır. Açıkçası, şarkının uzun son bölümü biraz kısa kesildi. Belki de nedeni şu an çalan bateristin ve basçının (Joe Crabtree ve -umarım- Bob Skeat) bu partisyonları daha farklı (kötü değil gerçekten farklı, daha yumuşak ve daha sade) çalmasından kaynaklanıyordur. Buradaki yorumum gerçekten taraflı değil. Bateri sert miydi? Evet. Bas zamanında orada mıydı? Evet. Ancak, şarkıyı albümden dinleyince oradaki enerjinin ne kadar farklı olduğu anlaşılıyor. Şarkı güzel çalındı ama yükselemedi bir türlü.
Sometime World bitince, yeni albümden Heavy Weather başladı. Yeni albümün sadece 3 parçasını YouTube'dan bulup dinlemiş ve aklımda kalan bir parça olmamıştı aslında. Ancak, grup Argus gazıyla seyirciyi kafa kolan alacağını iyi tahmin etmişti. Yeni albüm parçası doğru bir seçimdi doğrusu. Bir kere albümdekinden güzel çaldılar ve "Ha şimdi gelecek, ha şimdi geliyor" diye beklenen karşılıklı sololaşma bu parçada kendini buldu. Şarkının gitar riffleri üzerine kurulu yapısı üzerine hem Andy Powell hem Muddy Manninen iyi ve karşılıklı sololar attı. Bence konserin en iyi çalınan parçası da buydu.
Heavy Weather sonrasında benim için oldukça süpriz bir parçaya başladılar. Open Road. Parça orjinalindeki steel gitar solosu tabii ki elektro gitar ile biraz farklılaşarak (tabii ki parçayı da biraz daha sıradanlaştırarak) çalındı ama enerjisi iyiydi. Bu şarkı aslında yine ritm partisyonları ve basları ile daha çok öne çıkan bir parçadır ve bu sefer albümdeki enerjinin de üzerine çıkıldı bence.
Daha sonra, 80'lerin başından tekrar bugüne dönüp yine son albümden Man With No Name'i çaldı ki bu da bence albümdeki halinden daha sert ve daha enerjisi yüksek çalındı (Albümdeki halini konserden sonra bulup dinedim tabii ki). Şarkıyı daha önce hiç dinlemediğim için bu anı "acil duman arası" olarak kabul edip Jolly Joker'in duman alanına tırmanışa başladım. Benle beraber alana yönelen bir kaç kişi daha görünce daha az suçluluk hissederek yaktım ilk sigaramı.
Grup, yeniden '80'ler çevresine dönüp Living Proof (1980), Surface To Air (1977), Engine Overheated (1982)'i çalıp aslında ne yapmak istediklerini anlattılar bence. Her 3 parçayı da orjinal albümlerdekinden çok daha enerik ve takır takır çaldılar ve biz Hard Rock yapmak istiyoruz dediler. Argus'un en tepedeki 3 şarkısı ile başlatılan havayı yükseltme durumunun nedeniyde buydu sanırım. 2000'lerde daha progressive parçalar yapsalar da belli ki Andy Powell'in çalmaktan keyif aldığı müzik geçmişteki o epik günlerden çok bu sular. Kısaca, bize buyrun istediğiniz kısmı çaldık, bu da bizim istediklerimiz keyfinizi kaçırmadan biraz da biz keyif alalalım dediler bu süre içinde.
Konserin sonunda tabii ki Wishbone Ash'i Wishbone Ash yapan o epik günlere bir selam vermek gerekiyordu ve bu selam çok sağlam geldi. Bis öncesi son şarkı Phoenix'di. Açıkçası iyi bir kapanış oldu diyebilirim. Bis'e de saklanabilirdi belki ama böylece dualarımın yarısı kabul edilmiş oldu. Phoenix aslında Argus'daki epik yapının bütün temel taşlarını taşır ve o dönemdeki müziğin pyhsodelic'den progressive ve hard rock'a evrilmesine dair etkilerini tam olarak gösterir. O dönemde çıkan Uriah Heep'in Gypsy'si, Deep Purple'ın Child In Time'ı (ki Phoenix açıktan Child In Time'a gönderme içerir. Nedeni az sonra...) temelde aynı rüzgarın çocuklarıdır. Yaklaşık 10 dk.lık şarkı ile yeniden köklere/köklerimize döndük. Sonra? Sonra, ışıklar yandı, grup selam verip el salladı ve sahne boşaldı.
Tabii ki seyirci görevi yaparak grubu sahneye çağırmakta gecikmedi. Onlar da fazla naz yapmadan sahneyi doldurdular yeniden. Grup gelir gelmez bu sefer 1971'den Jail Bait'i çaldı arkasından da Argus'dan Blowin' Free'yi. Açıkçası o zaman Andy Powell'in hard rock sularında kalmak istediği daha da pekişti zihnimde. Çünkü bu iki parça da o dönemin progressive, epik Wishbone parçaları içinde hard rock tarafında duran nadir parçalardandır ve o dönem Wishbone Ash albümlerini dinlerken dinleyip geçtiğiniz, albümlerde o epik yapıyı destekleyici şarkılardır.
Sonuçta neredeyse babamın yaşına yakın yaştaki adam(lar) gelip 1.5 saat çatır çatır çalmış ve elini sallayıp sahneyi terketmişti. Burada, Jolly Joker çalışanlarına teşekkür etmeliyim. Kendilerinden dilendiğim set listi bana bir şekilde sağladılar. Ben de bir güzel imzalattım Andy Powell'a. İnanmayan buyursun...))
Wishbone Ash 9 Mayıs 2013 İstanbul Konseri Set List (Andy Powell'ın imzası ile)
İmza sırasında kendisinebir kaç yerde okuduğum bir olayı da sorma imkanım oldu. Rivayet odur ki, '69 - 70 yıllarında Wishbone Ash albümü olmayan bir grup olarak Deep Purple'ın ön grubudur. Blackmore'un ses kontrolü yaptığı bir sırada Andy Powell gitarını amfiye takar ve birlikte ısınmaya (daha doğrusu atışmaya) başlarlar. Blackmore, Andy Powell'ın çalışından ve tekniğinden etkilenir ve o zamanki plak şirketleri Decca'ya bastırır ve Wishbone Ash'in ilk albümü çıkar. Sonuç, rivayet doğruymuş. Bu olay gerçekmiş ve ilk albüm bu şekilde çıkabilmiş. Andy Powell ile ilgili son bir not. Yaşına göre gayet dinç ve keyifliydi. İmza sırasında sanki biraz önce sahnede performans gösteren adam o değilmiş gibi gayet rahat ve keyifliydi.
Wishbone Ash benim çarpıldığım dönemlerindeki Wishbone Ash değil. Zaten böyle bir beklentim (hatta hayalim bile) yok. Efsanevi şarkıları çalanlar çoktan grubu terketmiş. Grubun vokal yükünü de taşıyan Martin Turner gibi kurucu elemanları ayrılmış, bir ayağı progressive rock'da bir ayağı da hard rock'da kalarak arada kalan bir izleyici kitlesine ulaşabilmiş bir grup var karşımızda. Andy Powell'in gitaristliğinin tartışılacak bir tarafı yok. Oldukça teknik ve karmaşık soloları gayet rahat attı, gerektiği zaman da sahnede geriye çekilerek Muddy Manninen'e yer açmayı bildi. Gitar tonları benim alıştığım Wishbone Ash tonlarına göre biraz daha sivri ve sert olmakla birlikte canlı performans ve ses dağılımı açısından benim aradığım tonlardan daha iyi iş çıkardı. Ancak, vokal yapmasa çok daha iyi olurdu. Orta seviyede yumuşak sesli bir vokalistleri olsa tüm şarkılar o kadar farklı olurdu ki gerçekten bomba bir konser halini alırdı bu konser.
Diğer gitarist, Muddy Manninen, bence grubun soundunda çok farklı bir tını yaratmış. Grubun progressive köklerinin altına ciddi bir blues ve rock temeli döküyor. Özellikle Sometime World, Heavy Weather gibi şarkılarda attığı sololar çok net ve başarılıydı. Çoğu çok yıllar önce yapılmış ve Ted Turner, Laurie Wisefield gibi yetenekli gitaristlerin çaldığı solo ve ritmleri başarıyla ve onları aratmadan çaldı. Bence, çaldıklarından çok gruba kattığı daha blues rock tonları nedeniyle Andy Powell'in gitar tonlarını da biraz daha sivriltmiş olması daha önemli. Bu tonlar, grubu doğduğu köklerinden farklı bir yere koyuyor ama hala o başlangıç noktasına dönebilecek kadar yakında tutuyor. Bunun önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum açıkçası.
Basçı Bob Skeat (yani umarım o'dur) ise bence Martin Turner'in yarattığı o kemik bas etkisine yaklaştı ama o seviyeye gelemedi. Özellikle Argus'tan çalınan şarkıların yükselip yükselip bir yerlerde kalmasının bence temel nedeni vokaller ve bas partisyonlarıydı. Grubun ilk 4-5 albümünü dinlediğinizde iki gitar uçuşa kalktığında basın ritm gitar eksikliğini de tamamlayarak bateri ile birlikte korkunç bir ritm alt yapısı oluşturduğu ve o soloların iç içe geçmesini sağladığını duyabilirsiniz. Bunu konserde yaşamadık. Diyebilirsiniz ki, bas partisyonları ve çalış kötü müydü? Hayır, ama bir şey eksikti işte. Bir adım geride kaldı hem şarkıların orjinallerinden hem de konserin kendi dinamiğinden.
Davuldaki Joe Crabtree ise çok sağlam (tam tanımı "solid" aslında) çalan bir baterist. Grubun en genç ve en son katılan elemanı. Davulların güçlü ve akıcı olduğunu söylemeliyim. Eksiği yoktu ama fazlası da yoktu. Özellikle eski dönem parçalardaki (yani Argus ve o dönemin parçalarında) Steve Upton'dan bildiğimiz beklenmedik geçiş atakları ya da bas destekli ritm geçişleri olması gerektiği gibi kaldı. Performansa ek bir katkı getirmedi. Sadece olması gerektiği kadardı (Diyebilirsiniz ki "Yetmez mi?" Tabii ki yeter, ama hani azıcık ittirse(ler) başka bir şey olacak gibiydi her şey. Derdim olanın kötülüğü değil daha iyi olabilememesi).
Ses düzenini açıkçası beğendim. Her sesi, ton değişimlerini, iki gitarın akışları ve geçişlerini duyabildim. Özellikle basların gitar ve vokalleri ezmemesi ve cross davulu bas gitardan net bir şekilde ayırabilmek iyiydi. Vokallerin kimi zaman enstrüman seslerinin arkasında kalmasının suçlusu bence ses düzeni değil vokalin kendisiydi. Kapalı yerlerdeki konserlerde genelde yaşadığım konser sonrası sağırlığını da havasızlıktan daralma durumunu da yaşamadım.
Beklediğime yakın bir kalabalık ile keyifli, güzel ve nostaljik bir konserdi. Albümlerdeki gibi mırıl mırıl değil takır takır çalmıştı grup. Dualarının en azından yarısı kabul olmuş bir adam olarak (ki dualarımın tamamının kabulünü hiç beklemiyorum) keyifle seyrettim. Sonuçta 10 üzerinden 6'lık bir konserdi benim için (daha önce bu blog'da yazdığım gibi bu benim notum tabii ki). Umarım ahir ömrümde bir daha seyretme imkanı da bulurum. Belki de bu kez açık havada. Kim bilir?
Yorumlar
Yorum Gönder