PANTOLON
Çocukluğumuzda ilk pantolonlarımızdan anlaşılırdı büyüdüğümüz. O yeni alınan, itinayla akşam paçaları içine katlanarak düzeltilen pantolonlar daha yarı yıl bitmeden kısalırdı bileklerimize kadar. İşte o zaman, annelerimizin  o katlanan paçaları açarken yeniden gün ışığı gören kısmını ölçerek anlardık kaç santim büyüdüğümüzü.  O zaman sanki daha bir belleğimize yer ederdi öğretmenin anlattıkları, anılarımıza kazınıverirdi dün oynadığımız maçın sonucu. Ama o paçalar tekrar kısalıp uzatılıncaya kadar bilmezdik büyüdüğümüzü yine, öğrendiklerimizi sanki öğrenmezdik o zamana kadar. Hayat işte o paçaların kısalıp uzadığı zamanlarda el sallardı bize, iki zaman arasında ise her şey aynıydı sanki. Hiç okuma-yazma öğrenmiyorduk, hiç toplama yapmıyorduk, hiç fasulye saymıyorduk, hiç top oynamıyor ya da ağaca tırmanmıyorduk  belkide. Bir anda hepsi olmuş oluyordu sanki. Bir gecede bir kaç santim uzayan pantolonumuz sihirli bir değnek olup yaptığımız her şeyi hayata not düşüyordu. Tüm pantolonlar sihirliydi o zamanlar. Belki de sırf bu yüzden anlatılan tüm masallara inanırdık.

Büyüdüğümüzü de siyah önlükleri çıkartıp kravatları taktığımızda değil paçalarımız uzamayınca anladık. O kadar çok şey mi yapmıştık, bu kadar mı habersizdik hayatımızdan bilmiyorum. Biçimlenmiştik artık. Daha doğrusu biçimlendirmişlerdi bizi. O uzamayan bacaklarımızla her mağazadan aynı boyda pantolon alabilirdik istediğimiz zaman. Özgürdük ya da özgür sandık kendimizi böylece. Paçalarından kurtulmuş özgür birer insandık. İşimiz vardı ya da okulumuz. Sevgilerimizde o saf heyecanın yanında hesaplar kitaplar vardı artık.  Güzel bir gülüş yetmiyordu artık, güzel bacaklar, kalçalar arayacaktık. Siyah-beyaz, yakından kumandalı, tüplü, lambalı hayatımız renkli, uzaktan kumandalı, LCD'li ve çipli olmuştu artı. Siyahla beyaz arasındaki ton farklarından bile mutlu olurken milyonlarca rengi gören gözlerimiz hiç bir rengi ayıramaz olmuştu birden. Her gün farklı bir güne uyandığımızı düşünüyorduk. Her gün yeni şeylerle uğraştığımızı sanıyorduk iş yerinde, yeni şeyler öğrendiğimizi sanıyorduk okulda. Bizden öncekilerle aynı yerdeydik. Aynı boy pantolonları giyiyorduk artık onlarla ve daha çok, daha keskin renklere bakıyorduk. Uzamıyordu paçalarımız ve sırf bu yüzden mağrur ve gururlu bakıyorduk hayata. Tam 70'lerden bir Türk filmi hikayesiydi bizim pantolonlarımız. Haydarpaşa Garı'na inip "Seni yeneceğim İstanbul" diyen esas oğlandık artık. Pantolonlarımız ve biz hayatı bu son ve sonuçsuz fetihe hazırdık.

Hayatımız Kafkaesk bir hikaye olmaya başladığında ilk hatırladığımız anıların hepsi o paçası uzatılan pantolonları giydiğimiz günlere aittir nedense. Kısa paçalarımızın altından gözüken beyaz çoraplarımızla tırmandığımız çağla ağacında dalında yenilen çağlaların tadıdır ağzımıza gelen. Hayattaki en önemli fethimizin yenilen o çağlalar olduğunu anlarız birden. İşte bizim Haydarpaşa'mızdır o çağla ağacı. Sabahı köründe uyanıp aynada yüzünüzü kazırken o ağacın dallarıdır uzanan size. Zamanın akmadığını hissettiğiniz tek zamanlar onlardır.

Dolabınızı açtığınızda pantolonlarınıza bir bakın bakalım paçasını uzatmanıza gerek var mı?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akreplerin İstilası - Scorpions İstanbul'da

Wishbone Ash İstanbul'daydı...

Megadeth'in İstanbul Macerası