Duvar...
Hayatta bazı şeyler vardı karşılaştığınızda hayatınıza bir iz bırakır. Ondan öncesi ve sonrası diye anlatabileceğiniz, daha sonra karşılaşacağınız benzer şeyleri ona göre değerlendirdiğiniz bir şey. İş konser olduğu zaman Roger Waters'ın The Wall konseri böyle bir şeydir. The Wall hayatımda satın aldığım ilk plak, hatta aldığım ilk albümdür. Rock müzik dinlemeye başladığım o yıllarda The Wall nefret ettiğimiz öğretmenlerimiz, ergen aklımızla tepki gösterdiğimiz ailelerimiz, bir türlü yanaşamadığımız (yanaşsak da ne yapacağımızı pek de bilmediğimiz) kızlara karşı içten içe duyduğumuz utangaçlığa karşı duyduğumuz hıncı anlatıyordu bize. İçimizden ne geçiyorsa karşılığını bulduğumuz bir şarkı vardı. The Wall dinlemek kimi zaman bir terapi, kimi zaman da meditasyon demekti o zamanlar. Ayrıcalıklı olmak, farklı olmak demekti.
Meşhur Pink Floyd - The Wall Albüm Kapağı
Yıllar geçip farklı gruplar, müzisyenler dinledikçe yaşadığımız bu meditasyon halini farklı yerlerde de bulmaya başlayıp yeni ve farklı denizlere açılırken Pink Floyd ve The Wall benim için müzik denizine açıldığım ama bir türlü dönmek istemediğim ilk liman olarak kaldı hayatımda. Aslında, The Wall'da Pink Floyd için müzikal ve kişisel ayrılıkların su yüzüne çıktığı albümdür. Grubun Syd Barrett'in ayrılığından ve psychodelic döneminden sonra Dark Side of The Moon ile girdiği progressive döneminde Roger Waters grubun müzikal ve lirik önderliğini eline almış, Waters'ın müzikal yönelimi ile özellikle Gilmour'un müzikal yönelimi arasında farklar ortaya çıkmaya başlamıştı. The Wall, Pink Floyd'un Dark Side of The Moon'dan sonraki en büyük ticari başarısını yakalarken Gilmour-Waters çekişmesi sonucunda progressive döneminin son albümü olan The Final Cut ile grup geri dönüşü olmayacak bir ayrılıkla yeni bir döneme girecekti. Gilmour'un Pink Floyd olarak yeniden stüdyoya girmesi, yaşanan telif mahkemeleri, isim haklarına ilişkin davalar ile Waters Pink Floyd'dan iyice uzaklaştı. Artık Gilmour'un elinde Pink Floyd, Waters'ın elinde ise The Wall vardı. İşte The Wall konserleri aslında bu hay huyun sonunda ortaya çıktı.
The Wall'ın bir başka öncülüğü ise müziğe getirdiği görselliktir. Ortada MTV gibi video kanallarının olmadığı, müziğin görsel olarak sadece canlı TV şovları, kısa klipler ve konser çekimlerinden ibaret olduğu bir dönemde önce görsel ve lirik bir konser şovu oluştu, ardından da 1982'de (Pink Floyd dağılmadan hemen önce) çekilen film ile The Wall bir müzik albümünden çok daha fazlası haline geldi. The Wall ile müzik artık sadece müzik olmaktan çıkıp görsel bir yapıya da bürünmüş oldu. Böylece, The Wall rock müzik içindeki kült albümler içindeki haklı yerini almış oldu.
The Wall albümü aslında Roger Waters'ın kendi yaşamından yola çıkarak sözlerini ve konseptini oluşturduğu bir albümdür. İnsanın ailesi ve sosyal çevresi içinde nasıl yalnızlığa gömülüp kendini kendi içinde nasıl hapsettiğini anlatır. Bu anlatı içinde İngiliz burjuva hayatı ve işçi kesiminin hayatlarına eleştirel bir projektör gibidir. Lirizmi ve gücü de kapitalist yaşam biçimi içinde insanların yaşadığı yalnızlığı en çıplak haliyle ortaya dökmesidir. Ancak, The Wall bu içsel gezinti ve kusma halinden 1990 yılında Berlin'de Dünya çapında bir özgürlük eylemi haline geldi. Berlin Duvarı yıkılırken Roger Waters duvarı hem fiziki olarak hem de ruh olarak verdiği konserle yerle bir etti. Tüm bu nedenlerle The Wall görülmesi gereken, özel ve benzersiz bir konser daha doğrusu şovdur.
Konserin Türkiye'ye geleceğini ilk duyduğumda iki elim kanda olsa da gideceğim konser listesine hemen almıştım. Konser tarihi açıklandığında Gezi olayları olmamış, insanlar ölmemiş, sakat kalmamış, böcek gibi gazlanmamıştı. Konser o günlerde kendi iç dünyamıza yolculuk yapacağımız, gençlik günlerimizdeki o ergen kızgınlıkları uyandıracağımız, 90'ların liberalleşen dünyasında yıkılan duvarları, Berlin'i, perestroykayı, Gorbaçov'u, Thatcher'i, sinemada izleyip büyülendiğimiz The Wall filmini yad etmek demekti. Ayrıca, daha önceden bildiğimiz o görsel şovu izleyecek ve kapitalizm domuzunu parçalamak için vereceğimiz 140 TL'lik paraya değecek bir deşarj yaşayacaktık.
Buyrun Sisteme Eylem Koymak İçin Sisteme Verilen Paranın Belgesi...
Ancak, ilk gaz bombası ve sonrasında The Wall konseri nostaljik bir içe dönüş ve protesto olmaktan çıkıp bir anda kendi başına bir eylem haline geldi. Bunu sağlayan şeylerden biri de Roger Waters'ın daha 2 Haziran'da resmi Facebook sayfasından yayınladığı destek mektubuydu. Roger Waters, Gezi Eylemleri'nin global bir anlama bürünmesi adına ilk adımı atan kişi olmuştu. Mektubu kısa ve özdü. "...Sıkılan tazyikli sular, atılan gaz bombaları karşısında fiziken orada olmasam da sizinle birlikteyiz. Bugün yaptığınız direniş belki bizler ile karanlık çağlar arasında bir dönüm noktası olacak. Bugün yaptığınızdan daha önemli bir şey yok şu anda. ..." Waters'da artık bir çapulcuydu. Doğal olarak konserinde de buna özgü bir şeyler beklenmeliydi.
Kapitalizm ilginç bir sistem vesselam. Kendisini eleştiren, gelin birlikte eleştirelim dediğinde bile sizden para alabiliyor. Yani "Kahrolsun kapitalizm... O zaman pamuk eller cebe beyler...". Tabii ki, ben de cebimdeki akrepler arasından konsere giriş haracımı vererek günü beklemeye başladım. Konser günü kalabalığa yakalanmamak ve önlerde bir yer kapabilmek için erken sayılabilecek bir saatte konser alanına yani İTÜ Maslak kampüsüne varıp stadın içine girdiğimde az bir kalabalık olduğunu görünce olabilecek en yakın yere konuşlanıp ayakta beklemekle geçecek zamanda sahneyi ve etrafı izlemeye başladım. İran, Gürcistan, Ukrayna gibi ülkelerden otobüslerle gelen geniş bir grup vardı. Özellikle İran'dan gelen ekipler çok coşkulu ve eğlenceliydi. Güneş çekilip, karanlık çökerken hoparlörlerden yükselen Imagine'a tüm stat eşlik etmeye başlayıncaya kadar arkamda ne olup bittiğinin pek farkında değildim. Stat dolmuştu. Imagine'nin bitişi ile birlikte tüm stat bir ağızdan bağırmaya başladı "Her yer Taksim... Her yer direniş...."
Konser Öncesi Sahne
Hayatımda birçok konser seyrettim. Ancak, böyle bir konser açılışı görmedim. Mor bir ışığın altında hayal meyal görülen koro, karanlık içinde duvara yansıtılan belli belirsiz ruhlar ve arkadan duyulan "In The Flesh?" ile bir anda patlayan havai fişekler, projektörler ve gök gürültüsü gibi patlayan orkestra ve koro. Zannediyorum ki "In The Flesh?" ve "Thin Ice" sırasında kimse neler olduğunu bile anlamadı. Nazi kesimli deri ceketleri, Mussollini usulü siyah ve kırmızıydı. Konser Avrupa'nın yakın tarihindeki faşist liderlerine gönderme ve mükemmel bir görsel şov ile bir anda başlayıverdi. İçimizdeki o yalnızlığın nasıl faşizan bir dürtü haline geldiği ve bizi nasıl savaşan, öldüren, koyunlaştıran bir iç sancısı haline getirdiğine dair harika bir görsel şov sahnedeydi. Daha duvar örülmeden içimizdeki şeytan karşımızdaydı işte. Tüm bu şeytanlıkların komutanı ise Waters'dı. Siyah deri ceketi, siyah güneş gözlükleri ile komutan sahnedeydi ve her şeye hakim haliyle bir maestro gibi hem şovu hem seyirciyi yönetiyordu. Görselliğin yanında mükemmel ses düzeni ve ışık düzeni ile olmayan helikopterlerin arkanızdan geldiğiniz sanıyordunuz. Koca stada surround ses sistemi kurulmuş ve herkesi hem görsel hem işitsel olarak hapsetmişti. Görsel şovun sonundaki fişek gösterisi ve tüm stadın üzerinden uçarak gelen ve duvarın arkasında patlayan uçakla tüm seyirciyi sersemletti. Waters, iç dünyamıza girmeden önce kapıyı tıklatmamış havaya uçurmuştu. Seyircinin teslim olmak ve daha sonra olacakları beklemek dışında bir şansı yoktu.
Buyrun Bakın Nasıl Başlamış Konser...
Konser albüm sırasıyla devam ederken sıra "Another Birck In The Wall II"'ye geldiğinde bu sefer The Wall filminden de tanıdığımız çekiç başlı öğretmen çıktı sahneye. Yaklaşık 5 metrelik bir balon olarak sahneye indi ve elindeki değneğini savurmaya başladı. Çocuk korosu da "Eğitim istemiyoruz... Düşüncelerimizi kontrol etmenizi istemiyoruz..." diyerek çekiç başlıyı sahneden kovmaya çalışıyorlardı. Çocuk korosu, her konser verilen ülkede olduğu gibi o ülkenin çocuklarından oluşturulmuştu. Açıkçası, çocuk olup o koroda olmak istedim. Ancak, çocukken de sesim berbattı, şimdi de öyle. Sanırım seçilmezdim.
Çocuklar Çekiç Başlı Öğretmeni Kovalarken...
Çocuklar o faşist ve psikopat karısının zulmünde ezilen çekiç başlı öğretmeni kovduktan sonra konserin bizler için, daha doğrusu Türkiye için en anlamlı ve dokunaklı anları yaşandı. Waters, siyah bir t-shirt, siyah pantolon ve siyah bir gitarla sahnede tek başına durdu ve anlaşılması çok zor olmakla beraber tamamı Türkçe olarak şunları söyledi:
"Hoş geldiniz...
Burada olmaktan çok mutluyum. Öncelikle oradaki çocuklar için bir alkış lütfen. "
O anda karanlıklar içindeki duvar turuncuya boyandı ve 5 yitik can (Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mustafa Sarı ve Ali İsmail Korkmaz) duvarda boy gösterdi. O anı anlatmak pek mümkün değil aslında. Tüm stat "Her yer Taksim... Her yer direniş...." diye yıkılırken diğer yandan da hıçkırıklarını tutmakla meşguldü. Sonra Waters devam etti:
"Bu şarkıyı onlara adamak istiyorum ve tüm Dünya'daki devlet terörü kurbanlarına..."
Ardında da duvardaki resimleri gösterip "Sizi daima hatırlayacağız..." deyip Mother'a başladı. Konser artık standart The Wall konseri olmaktan çıktı. Tam anlamıyla The Wall İstanbul Konseri daha doğrusu The Wall İstanbul Eylemi haline geldi.
Bu da Protesto Duvarı ve Mother (Bu benim kaydım değil)
Bu arada her şarkıda örülmekte olan duvarda harika görseller ile eylem giderek iyi bir kapitalizm eleştirisi halini alıyordu. Özellikle, albümde en çok sevdiğim 3 şarkıdan biri olan "Goodbye Blue Sky"'da uçaklardan atılan semboller ve markalar ile yaratılan görsel unutulacak gibi değildi.
"Goodbye Blue Sky" Roger Waters: The Wall Live 2013 Istanbul
"Young Lust" sonunda duvara yansıyan hain sevgiliye ağlama anı
Konser albümdeki sırayla devam ederken son tuğla da bence albümün en can alıcı parçası olan "Goodbye Cruel World" ile kondu. Duvarın ardından tek bir tuğlalık boşlukta söylenen şarkının bitişiyle son tuğla konuldu ve sahne karanlık içinde kaldı.
Ve son tuğla konulurken...
O karanlık içinde konserin ikinci yarısına kadar tamamlanmış olan duvarda tüm Dünya'dan savaşlarda, katliamlarda, cinayetlerde ölenlerin resimli künyeleri geçmeye başladı. 5 eylem şehidi de Hrant Dink, Uğur Mumcu ve Adnan Menderes ile birlikte duvarda karşımızdaydılar yine. Ne gariptir ki duvarda aynı ülkeden çeşitli nedenlerle (2. Dünya Savaşı'nda ölenler, özgürlük savaşlarında ölenler vs.) ölenler varken Türkiye'den o duvara konulanların hepsi cinayet ile ölmüştü. Bu bile konserin neden bu kadar önemli hale geldiğinin bir ispatı gibiydi. 15 dakika duvarda birçok ülkeden savaşlar, katliamlar, cinayetler ile ölen bir çok insan önümüzden geçip gitti. Biz daha çok kendi ölülerimiz için sloganlar attık, ağladık ve üzüldük ama sanırım o duvardan geçen her resim için herkesin içinde bir şey koptu. Özellikle İran'dan gelen grup kendi dilleriyle resimleri duvarda görülen İranlı kayıp ruhlar için sloganlar attılar devamlı. Örülen duvar bizi dışarıda bırakmıştı görüntüde ama aslında bizi stadın içinde hapsetmiş kendi içimizdeki duvarı bize yansıtır hale gelmişti.
İşte Kayıp Ruhlar Duvarı
Duvar örülmüş ve Nazım'ın dediği gibi topu topu 1 yıl süren ölüm acısını 2 saatlik bir şovda 15 dakika yaşayarak vicdanen hafiflemiş(!) şekilde konserin ikinci yarısına başladık. "Hey You" ile başlayan ikinci yarıda örülmüş duvara toslayan kayıp ruhlar dışarıdan birilerinin ördüğü bu duvarı yıkması için yalvarıyor ancak kimse sesini duymuyor ya da bizleri o duvarın içinde terk edip gidiyordu. Coşku kendini melankolik bir yalnızlığa bırakmış seyirci de, müzik de, görseller de koca bir boşluğa doğru savrulmaya başlamıştı. Anılan ölülerimizi geride bırakmış koca bir statta kendimizi hapsetmiş duvarı yıkacak darbeyi bekliyor durumdaydık. Ama duvar yıkılmıyor, gittikçe boş, kendi amacı dışında bir amacı olmayan, bizim ona yüklediğimiz diğer tüm anlamları yok sayar şekilde gri ve boşlukta duruyordu. "Comfortably Numb" ile tamamen uyuşmuş ve yarı trans halde duvarımızın içinden doğumumuzu bekliyorduk.
"Bring The Boys Back Home"...
Doğal olarak bu uyuşukluk halinin ardından duvarı örmemize neden olan "her şey"e karşı ("Kahrolsun bazı şeyler...") nefretimizi kusma zamanımız geldi sonra da. İçimizdeki tüm nefret ile konserin başındaki o faşist, nefret dolu adam karşımızdaydı. Waters, faşizmin kendi içinde hapsolmuş insanların nefretinden doğduğunu anlatıyordu karşımızda. Elindeki makinalı tüfek ile ona duvarı ördüren ve onu duvarın ardında bırakan seyirciye, annesine, sevgilisi "Vera"ya, öğretmenlerine, arkadaşlarına nefretini kurşunlarla kusuyordu. Öldürdükleri ile daha yalnızlaşırken, yalnızlaştıkça nefreti büyüyor, kendisi gibi korkan diğer benzerleri ile avunmaya, onlar gibi tek düze ama yalnız kalmadan duvarları içinde yaşamaya devam etmek istiyordu. Faşizm buydu. Kendini kendi içinde hapsetmişlerin dünyadan öç alma şekliydi. Kendi içinde korkak ama nefretini kusarken de bir o kadar acımasız.
Mahkeme kuruluyor ve hıncımızı almamız için "Kapitalizm" domuzu tepemizde uçuyor (Arkadakiler parçalardı sonra o "domuzu")
Sonuçta, her ölünün ardından bir mahkeme kurulur ve yargıç karar verir. Tabii ki bu konser de muhteşem "The Trial" ile sonlanacaktı ve öyle oldu. The Wall filminin en can alıcı animasyonları ile içimizdeki o korkutucu vicdan hakim olup tüm benliğimiz ve korkularımıza karşı bizleri mahkum etti ve duvar yıkıldı.
Bu da sonundaki mahkeme işte... Dev ekran The Wall filmi, ama muhteşem...
Yıkılan duvar ile birlikte tüm o ışıklar, sesler yerine orkestra ve Waters en basit halleriyle yıkılan duvarın tuğlaları üzerinden bizleri selamladı. Artık hem seyirciler, hem de 20 yaşlarındaki Waters tüm nefretleri, korkuları ve hayal kırıkları içinde duvarını yıkmış ve yeniden doğmuştu. Tüm orkestra akordeon, def, akustik gitar eşliğinde "Outside The Wall"ı çalarken seyirciyi selamladı. Waters tam herkes gidecekken durdu ve bu konserin diğer The Wall konserlerinden ne kadar farklı olduğunu belirten kısacık bir kaç cümle söyleyiverdi.
"Bugüne kadar 190, ya da 191 konser verdik. Bugüne kadarki konserler arasında sahnede olanlarla en yakın bağ kuran sizdiniz. Bu fark ediliyor. Teşekkür ederim."
Bu sözler, aslında bu The Wall konserinin diğer The Wall konserlerine göre ne kadar farklı olduğunu açıklıyordu. Stadı dolduran herkes Mother, Hey You, Comfortable Numb gibi sözleri uzun, şarkı boyunca konsantre olması zor şarkılara baştan sona haykırarak eşlik ederken duvara yansıyan tüm o mesajlara ve görüntülere cevap vermiş, şovun izleyicisi değil gerçekten ruhunun bir parçası olmuştu. Bunun sahnedekiler tarafından da algılanmış olması özel bir durumdu.
Bu konseri yazmak çok zor. Bu sadece bir müzik konseri değil. Bir video şov, müzikal ve sinema. Hayatımdaki en ilginç şeylerden biri Rolling Stones'un Ali Sami Yen'deki konserinin çıkışında hissetmiştim. Kendimi bir klipte oynamış gibi hissediyordum. The Wall'da ise 1982'de çekilmiş The Wall filminin Türkiye versiyonunda oynamış gibi hissediyordum. Elbette, bu konseri (şovu) nerede yakalarsanız mutlaka izleyin. 4 Ağustos gecesindeki coşkuyu ve ruhu bulamayabilirsiniz ama izlerini duvardan geçen fotoğraflar içinde göreceksiniz.
The Wall albümü çıkalı 35 yıl oldu. Bu 35 yılda, Sovyet Rusya yıkıldı ve batı dünyasının en büyük paranoyası son buldu. İnternet devrimi yaşandı. Artık, bulunduğumuz her yerden dünyadaki her yere ulaşabiliyor ve bilgi alabiliyoruz. Ancak, hala açgözlü tüketim çılgınlığımız, güce olan tapımamız, korkularımız ve eşitsizliklerimiz devam ediyor. 35 yılda değişenler bizim özümüzü ve bireysel yaşayışımızı değiştirmedi, belki de bazı açılardan daha da kötü ve savunmasız hale getirdi.
Ancak, The Wall o iç mahkeme sonunda herkesin özgürlüğüne inanan bir umut da veriyor bize. İnsanların kendi vicdanlarının eninde sonunda korkularını ve baskıları yeneceğine dair bir umutla duvarın yıkıntılarını terk ediyor. The Wall ile ilgili bir yazıyı yine Pink Floyd'un başka bir baş yapıtından bir sözle bitirmek ne kadar doğru bilemem. Ama 1973'den beri gelen o gizli umudun 1978'de ulaştığı lirizme (ya da nihilizme) ve 21. yüzyıldaki umutsuzluğa karşı en güzel bitiş cümlesi bu. The Dark Side of The Moon'un sonunda dendiği gibi:
"There is no dark side of the moon".
Meşhur Pink Floyd - The Wall Albüm Kapağı
Yıllar geçip farklı gruplar, müzisyenler dinledikçe yaşadığımız bu meditasyon halini farklı yerlerde de bulmaya başlayıp yeni ve farklı denizlere açılırken Pink Floyd ve The Wall benim için müzik denizine açıldığım ama bir türlü dönmek istemediğim ilk liman olarak kaldı hayatımda. Aslında, The Wall'da Pink Floyd için müzikal ve kişisel ayrılıkların su yüzüne çıktığı albümdür. Grubun Syd Barrett'in ayrılığından ve psychodelic döneminden sonra Dark Side of The Moon ile girdiği progressive döneminde Roger Waters grubun müzikal ve lirik önderliğini eline almış, Waters'ın müzikal yönelimi ile özellikle Gilmour'un müzikal yönelimi arasında farklar ortaya çıkmaya başlamıştı. The Wall, Pink Floyd'un Dark Side of The Moon'dan sonraki en büyük ticari başarısını yakalarken Gilmour-Waters çekişmesi sonucunda progressive döneminin son albümü olan The Final Cut ile grup geri dönüşü olmayacak bir ayrılıkla yeni bir döneme girecekti. Gilmour'un Pink Floyd olarak yeniden stüdyoya girmesi, yaşanan telif mahkemeleri, isim haklarına ilişkin davalar ile Waters Pink Floyd'dan iyice uzaklaştı. Artık Gilmour'un elinde Pink Floyd, Waters'ın elinde ise The Wall vardı. İşte The Wall konserleri aslında bu hay huyun sonunda ortaya çıktı.
The Wall'ın bir başka öncülüğü ise müziğe getirdiği görselliktir. Ortada MTV gibi video kanallarının olmadığı, müziğin görsel olarak sadece canlı TV şovları, kısa klipler ve konser çekimlerinden ibaret olduğu bir dönemde önce görsel ve lirik bir konser şovu oluştu, ardından da 1982'de (Pink Floyd dağılmadan hemen önce) çekilen film ile The Wall bir müzik albümünden çok daha fazlası haline geldi. The Wall ile müzik artık sadece müzik olmaktan çıkıp görsel bir yapıya da bürünmüş oldu. Böylece, The Wall rock müzik içindeki kült albümler içindeki haklı yerini almış oldu.
The Wall albümü aslında Roger Waters'ın kendi yaşamından yola çıkarak sözlerini ve konseptini oluşturduğu bir albümdür. İnsanın ailesi ve sosyal çevresi içinde nasıl yalnızlığa gömülüp kendini kendi içinde nasıl hapsettiğini anlatır. Bu anlatı içinde İngiliz burjuva hayatı ve işçi kesiminin hayatlarına eleştirel bir projektör gibidir. Lirizmi ve gücü de kapitalist yaşam biçimi içinde insanların yaşadığı yalnızlığı en çıplak haliyle ortaya dökmesidir. Ancak, The Wall bu içsel gezinti ve kusma halinden 1990 yılında Berlin'de Dünya çapında bir özgürlük eylemi haline geldi. Berlin Duvarı yıkılırken Roger Waters duvarı hem fiziki olarak hem de ruh olarak verdiği konserle yerle bir etti. Tüm bu nedenlerle The Wall görülmesi gereken, özel ve benzersiz bir konser daha doğrusu şovdur.
Konserin Türkiye'ye geleceğini ilk duyduğumda iki elim kanda olsa da gideceğim konser listesine hemen almıştım. Konser tarihi açıklandığında Gezi olayları olmamış, insanlar ölmemiş, sakat kalmamış, böcek gibi gazlanmamıştı. Konser o günlerde kendi iç dünyamıza yolculuk yapacağımız, gençlik günlerimizdeki o ergen kızgınlıkları uyandıracağımız, 90'ların liberalleşen dünyasında yıkılan duvarları, Berlin'i, perestroykayı, Gorbaçov'u, Thatcher'i, sinemada izleyip büyülendiğimiz The Wall filmini yad etmek demekti. Ayrıca, daha önceden bildiğimiz o görsel şovu izleyecek ve kapitalizm domuzunu parçalamak için vereceğimiz 140 TL'lik paraya değecek bir deşarj yaşayacaktık.
Buyrun Sisteme Eylem Koymak İçin Sisteme Verilen Paranın Belgesi...
Ancak, ilk gaz bombası ve sonrasında The Wall konseri nostaljik bir içe dönüş ve protesto olmaktan çıkıp bir anda kendi başına bir eylem haline geldi. Bunu sağlayan şeylerden biri de Roger Waters'ın daha 2 Haziran'da resmi Facebook sayfasından yayınladığı destek mektubuydu. Roger Waters, Gezi Eylemleri'nin global bir anlama bürünmesi adına ilk adımı atan kişi olmuştu. Mektubu kısa ve özdü. "...Sıkılan tazyikli sular, atılan gaz bombaları karşısında fiziken orada olmasam da sizinle birlikteyiz. Bugün yaptığınız direniş belki bizler ile karanlık çağlar arasında bir dönüm noktası olacak. Bugün yaptığınızdan daha önemli bir şey yok şu anda. ..." Waters'da artık bir çapulcuydu. Doğal olarak konserinde de buna özgü bir şeyler beklenmeliydi.
Kapitalizm ilginç bir sistem vesselam. Kendisini eleştiren, gelin birlikte eleştirelim dediğinde bile sizden para alabiliyor. Yani "Kahrolsun kapitalizm... O zaman pamuk eller cebe beyler...". Tabii ki, ben de cebimdeki akrepler arasından konsere giriş haracımı vererek günü beklemeye başladım. Konser günü kalabalığa yakalanmamak ve önlerde bir yer kapabilmek için erken sayılabilecek bir saatte konser alanına yani İTÜ Maslak kampüsüne varıp stadın içine girdiğimde az bir kalabalık olduğunu görünce olabilecek en yakın yere konuşlanıp ayakta beklemekle geçecek zamanda sahneyi ve etrafı izlemeye başladım. İran, Gürcistan, Ukrayna gibi ülkelerden otobüslerle gelen geniş bir grup vardı. Özellikle İran'dan gelen ekipler çok coşkulu ve eğlenceliydi. Güneş çekilip, karanlık çökerken hoparlörlerden yükselen Imagine'a tüm stat eşlik etmeye başlayıncaya kadar arkamda ne olup bittiğinin pek farkında değildim. Stat dolmuştu. Imagine'nin bitişi ile birlikte tüm stat bir ağızdan bağırmaya başladı "Her yer Taksim... Her yer direniş...."
Konser Öncesi Sahne
Hayatımda birçok konser seyrettim. Ancak, böyle bir konser açılışı görmedim. Mor bir ışığın altında hayal meyal görülen koro, karanlık içinde duvara yansıtılan belli belirsiz ruhlar ve arkadan duyulan "In The Flesh?" ile bir anda patlayan havai fişekler, projektörler ve gök gürültüsü gibi patlayan orkestra ve koro. Zannediyorum ki "In The Flesh?" ve "Thin Ice" sırasında kimse neler olduğunu bile anlamadı. Nazi kesimli deri ceketleri, Mussollini usulü siyah ve kırmızıydı. Konser Avrupa'nın yakın tarihindeki faşist liderlerine gönderme ve mükemmel bir görsel şov ile bir anda başlayıverdi. İçimizdeki o yalnızlığın nasıl faşizan bir dürtü haline geldiği ve bizi nasıl savaşan, öldüren, koyunlaştıran bir iç sancısı haline getirdiğine dair harika bir görsel şov sahnedeydi. Daha duvar örülmeden içimizdeki şeytan karşımızdaydı işte. Tüm bu şeytanlıkların komutanı ise Waters'dı. Siyah deri ceketi, siyah güneş gözlükleri ile komutan sahnedeydi ve her şeye hakim haliyle bir maestro gibi hem şovu hem seyirciyi yönetiyordu. Görselliğin yanında mükemmel ses düzeni ve ışık düzeni ile olmayan helikopterlerin arkanızdan geldiğiniz sanıyordunuz. Koca stada surround ses sistemi kurulmuş ve herkesi hem görsel hem işitsel olarak hapsetmişti. Görsel şovun sonundaki fişek gösterisi ve tüm stadın üzerinden uçarak gelen ve duvarın arkasında patlayan uçakla tüm seyirciyi sersemletti. Waters, iç dünyamıza girmeden önce kapıyı tıklatmamış havaya uçurmuştu. Seyircinin teslim olmak ve daha sonra olacakları beklemek dışında bir şansı yoktu.
Buyrun Bakın Nasıl Başlamış Konser...
Konser albüm sırasıyla devam ederken sıra "Another Birck In The Wall II"'ye geldiğinde bu sefer The Wall filminden de tanıdığımız çekiç başlı öğretmen çıktı sahneye. Yaklaşık 5 metrelik bir balon olarak sahneye indi ve elindeki değneğini savurmaya başladı. Çocuk korosu da "Eğitim istemiyoruz... Düşüncelerimizi kontrol etmenizi istemiyoruz..." diyerek çekiç başlıyı sahneden kovmaya çalışıyorlardı. Çocuk korosu, her konser verilen ülkede olduğu gibi o ülkenin çocuklarından oluşturulmuştu. Açıkçası, çocuk olup o koroda olmak istedim. Ancak, çocukken de sesim berbattı, şimdi de öyle. Sanırım seçilmezdim.
Çocuklar o faşist ve psikopat karısının zulmünde ezilen çekiç başlı öğretmeni kovduktan sonra konserin bizler için, daha doğrusu Türkiye için en anlamlı ve dokunaklı anları yaşandı. Waters, siyah bir t-shirt, siyah pantolon ve siyah bir gitarla sahnede tek başına durdu ve anlaşılması çok zor olmakla beraber tamamı Türkçe olarak şunları söyledi:
"Hoş geldiniz...
Burada olmaktan çok mutluyum. Öncelikle oradaki çocuklar için bir alkış lütfen. "
O anda karanlıklar içindeki duvar turuncuya boyandı ve 5 yitik can (Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mustafa Sarı ve Ali İsmail Korkmaz) duvarda boy gösterdi. O anı anlatmak pek mümkün değil aslında. Tüm stat "Her yer Taksim... Her yer direniş...." diye yıkılırken diğer yandan da hıçkırıklarını tutmakla meşguldü. Sonra Waters devam etti:
"Bu şarkıyı onlara adamak istiyorum ve tüm Dünya'daki devlet terörü kurbanlarına..."
Ardında da duvardaki resimleri gösterip "Sizi daima hatırlayacağız..." deyip Mother'a başladı. Konser artık standart The Wall konseri olmaktan çıktı. Tam anlamıyla The Wall İstanbul Konseri daha doğrusu The Wall İstanbul Eylemi haline geldi.
Bu arada her şarkıda örülmekte olan duvarda harika görseller ile eylem giderek iyi bir kapitalizm eleştirisi halini alıyordu. Özellikle, albümde en çok sevdiğim 3 şarkıdan biri olan "Goodbye Blue Sky"'da uçaklardan atılan semboller ve markalar ile yaratılan görsel unutulacak gibi değildi.
"Young Lust" sonunda duvara yansıyan hain sevgiliye ağlama anı
Konser albümdeki sırayla devam ederken son tuğla da bence albümün en can alıcı parçası olan "Goodbye Cruel World" ile kondu. Duvarın ardından tek bir tuğlalık boşlukta söylenen şarkının bitişiyle son tuğla konuldu ve sahne karanlık içinde kaldı.
O karanlık içinde konserin ikinci yarısına kadar tamamlanmış olan duvarda tüm Dünya'dan savaşlarda, katliamlarda, cinayetlerde ölenlerin resimli künyeleri geçmeye başladı. 5 eylem şehidi de Hrant Dink, Uğur Mumcu ve Adnan Menderes ile birlikte duvarda karşımızdaydılar yine. Ne gariptir ki duvarda aynı ülkeden çeşitli nedenlerle (2. Dünya Savaşı'nda ölenler, özgürlük savaşlarında ölenler vs.) ölenler varken Türkiye'den o duvara konulanların hepsi cinayet ile ölmüştü. Bu bile konserin neden bu kadar önemli hale geldiğinin bir ispatı gibiydi. 15 dakika duvarda birçok ülkeden savaşlar, katliamlar, cinayetler ile ölen bir çok insan önümüzden geçip gitti. Biz daha çok kendi ölülerimiz için sloganlar attık, ağladık ve üzüldük ama sanırım o duvardan geçen her resim için herkesin içinde bir şey koptu. Özellikle İran'dan gelen grup kendi dilleriyle resimleri duvarda görülen İranlı kayıp ruhlar için sloganlar attılar devamlı. Örülen duvar bizi dışarıda bırakmıştı görüntüde ama aslında bizi stadın içinde hapsetmiş kendi içimizdeki duvarı bize yansıtır hale gelmişti.
Duvar örülmüş ve Nazım'ın dediği gibi topu topu 1 yıl süren ölüm acısını 2 saatlik bir şovda 15 dakika yaşayarak vicdanen hafiflemiş(!) şekilde konserin ikinci yarısına başladık. "Hey You" ile başlayan ikinci yarıda örülmüş duvara toslayan kayıp ruhlar dışarıdan birilerinin ördüğü bu duvarı yıkması için yalvarıyor ancak kimse sesini duymuyor ya da bizleri o duvarın içinde terk edip gidiyordu. Coşku kendini melankolik bir yalnızlığa bırakmış seyirci de, müzik de, görseller de koca bir boşluğa doğru savrulmaya başlamıştı. Anılan ölülerimizi geride bırakmış koca bir statta kendimizi hapsetmiş duvarı yıkacak darbeyi bekliyor durumdaydık. Ama duvar yıkılmıyor, gittikçe boş, kendi amacı dışında bir amacı olmayan, bizim ona yüklediğimiz diğer tüm anlamları yok sayar şekilde gri ve boşlukta duruyordu. "Comfortably Numb" ile tamamen uyuşmuş ve yarı trans halde duvarımızın içinden doğumumuzu bekliyorduk.
"Bring The Boys Back Home"...
Doğal olarak bu uyuşukluk halinin ardından duvarı örmemize neden olan "her şey"e karşı ("Kahrolsun bazı şeyler...") nefretimizi kusma zamanımız geldi sonra da. İçimizdeki tüm nefret ile konserin başındaki o faşist, nefret dolu adam karşımızdaydı. Waters, faşizmin kendi içinde hapsolmuş insanların nefretinden doğduğunu anlatıyordu karşımızda. Elindeki makinalı tüfek ile ona duvarı ördüren ve onu duvarın ardında bırakan seyirciye, annesine, sevgilisi "Vera"ya, öğretmenlerine, arkadaşlarına nefretini kurşunlarla kusuyordu. Öldürdükleri ile daha yalnızlaşırken, yalnızlaştıkça nefreti büyüyor, kendisi gibi korkan diğer benzerleri ile avunmaya, onlar gibi tek düze ama yalnız kalmadan duvarları içinde yaşamaya devam etmek istiyordu. Faşizm buydu. Kendini kendi içinde hapsetmişlerin dünyadan öç alma şekliydi. Kendi içinde korkak ama nefretini kusarken de bir o kadar acımasız.
Mahkeme kuruluyor ve hıncımızı almamız için "Kapitalizm" domuzu tepemizde uçuyor (Arkadakiler parçalardı sonra o "domuzu")
Sonuçta, her ölünün ardından bir mahkeme kurulur ve yargıç karar verir. Tabii ki bu konser de muhteşem "The Trial" ile sonlanacaktı ve öyle oldu. The Wall filminin en can alıcı animasyonları ile içimizdeki o korkutucu vicdan hakim olup tüm benliğimiz ve korkularımıza karşı bizleri mahkum etti ve duvar yıkıldı.
Bu da sonundaki mahkeme işte... Dev ekran The Wall filmi, ama muhteşem...
Yıkılan duvar ile birlikte tüm o ışıklar, sesler yerine orkestra ve Waters en basit halleriyle yıkılan duvarın tuğlaları üzerinden bizleri selamladı. Artık hem seyirciler, hem de 20 yaşlarındaki Waters tüm nefretleri, korkuları ve hayal kırıkları içinde duvarını yıkmış ve yeniden doğmuştu. Tüm orkestra akordeon, def, akustik gitar eşliğinde "Outside The Wall"ı çalarken seyirciyi selamladı. Waters tam herkes gidecekken durdu ve bu konserin diğer The Wall konserlerinden ne kadar farklı olduğunu belirten kısacık bir kaç cümle söyleyiverdi.
"Bugüne kadar 190, ya da 191 konser verdik. Bugüne kadarki konserler arasında sahnede olanlarla en yakın bağ kuran sizdiniz. Bu fark ediliyor. Teşekkür ederim."
Bu sözler, aslında bu The Wall konserinin diğer The Wall konserlerine göre ne kadar farklı olduğunu açıklıyordu. Stadı dolduran herkes Mother, Hey You, Comfortable Numb gibi sözleri uzun, şarkı boyunca konsantre olması zor şarkılara baştan sona haykırarak eşlik ederken duvara yansıyan tüm o mesajlara ve görüntülere cevap vermiş, şovun izleyicisi değil gerçekten ruhunun bir parçası olmuştu. Bunun sahnedekiler tarafından da algılanmış olması özel bir durumdu.
Bu konseri yazmak çok zor. Bu sadece bir müzik konseri değil. Bir video şov, müzikal ve sinema. Hayatımdaki en ilginç şeylerden biri Rolling Stones'un Ali Sami Yen'deki konserinin çıkışında hissetmiştim. Kendimi bir klipte oynamış gibi hissediyordum. The Wall'da ise 1982'de çekilmiş The Wall filminin Türkiye versiyonunda oynamış gibi hissediyordum. Elbette, bu konseri (şovu) nerede yakalarsanız mutlaka izleyin. 4 Ağustos gecesindeki coşkuyu ve ruhu bulamayabilirsiniz ama izlerini duvardan geçen fotoğraflar içinde göreceksiniz.
The Wall albümü çıkalı 35 yıl oldu. Bu 35 yılda, Sovyet Rusya yıkıldı ve batı dünyasının en büyük paranoyası son buldu. İnternet devrimi yaşandı. Artık, bulunduğumuz her yerden dünyadaki her yere ulaşabiliyor ve bilgi alabiliyoruz. Ancak, hala açgözlü tüketim çılgınlığımız, güce olan tapımamız, korkularımız ve eşitsizliklerimiz devam ediyor. 35 yılda değişenler bizim özümüzü ve bireysel yaşayışımızı değiştirmedi, belki de bazı açılardan daha da kötü ve savunmasız hale getirdi.
Ancak, The Wall o iç mahkeme sonunda herkesin özgürlüğüne inanan bir umut da veriyor bize. İnsanların kendi vicdanlarının eninde sonunda korkularını ve baskıları yeneceğine dair bir umutla duvarın yıkıntılarını terk ediyor. The Wall ile ilgili bir yazıyı yine Pink Floyd'un başka bir baş yapıtından bir sözle bitirmek ne kadar doğru bilemem. Ama 1973'den beri gelen o gizli umudun 1978'de ulaştığı lirizme (ya da nihilizme) ve 21. yüzyıldaki umutsuzluğa karşı en güzel bitiş cümlesi bu. The Dark Side of The Moon'un sonunda dendiği gibi:
"There is no dark side of the moon".
Yorumlar
Yorum Gönder