Deli İhtiyarın İstanbul Güncesi... Bir Neil Young Gecesi
Bir adam düşünün. Yaşı 70'lerine az kalmış. Bugün Rock diye adlandırılan müziğin her noktasını bir şekilde etkilemiş. 50 yılda neredeyse her yıl albüm yapmayı sürdürmüş. Fikirlerini en sivri şekilde söylemiş. İlk günden itibaren sadece bir müzik insanı değil politik bir figür olmuş. Her şarkısında bir hikayeyi ve da bir umudu dillendirmiş. Sürekli üretmiş, inatçı, yeniliklere açık ama eskinin güzelini yeniye değişmeyen, aktivist kendi şahsına münhasır bir adam. Yaşına rağmen o kadar hayatın içinde ve o kadar doğru bildiğinin izinde gitme derdinde ki bu yaşında Kickstarter'da yatırım sermayesi yaratıp daha iyi ve kaliteli müzik dinlenecek bir platform, bir teknoloji oluşturabilmiş birisi. İşte bu adam Neil Young.
Benim gibi bir çok Rock müzik dinleyicisi için 1968 ve sonrası çokça bilinir de 68 öncesi oldukça flu bir dönemdir. Örneğin herkes Mr.Tamburine Man'i bir Bob Dylan parçası olarak bilir. Ama şarkı 1963'de Byrds'in ilk albümündedir ve bu albüme ismini vermiştir. Zaten 68 öncesi döneme ait en çok bilinenler Beatles, Dylan, Rolling Stones'dur. Eh, biraz da The Doors. Simon & Garfunken'in Sound of Silence'ı yaptıklarında yılın 1966 olduğunu ve bunun onların ilk değil ikinci albümü olduğunu ancak şarkıyı dinleye dinleye ezberledikten yıllar sonra şans eseri öğrenirsin. Bu dönemde müzik yapmaya başlayan grup ve müzisyenlerin çoğunu 60'ların sonu ya da 70'lerin başında yaptıklarıyla biliriz daha çok. Mesela yıllarca Bufallo Springfield'ı eski bir Rock'n Roll şarkıcısı olarak bilebilirsin. Sonra bir gün öğrenirsin ki Bufallo Springfield aslında Neil Young ve Steven Stills'in 60'ların ortasında beraber müzik yaptığı gruptur. Ama sen Young'u ve Stills'i, Crosby, Stills, Nash & Young olarak biliyorsundur.
1960'ların başları, Neil Young, Steven Stills, David Crosby'li Byrds, Bob Dylan, The Band gibi müzisyenlerin ve grupların Amerika'da Elvis'in Rock'n Roll'u ile Amerikan folk ve blues öğelerini buluşturduğu dönemdir. Johnson'un Keneddy'nin ölümü sonrası Vietnam'daki bataklıkta debelenip ülkeyi Nixon'a hazırladığı dönemlerde kafaları iyi, umutları büyük, deli cesaretli ve bir şeylerin yanlış gittiğini hisseden (hani "Kahrolsun bazı şeyler" gibi bir şey işte) bir gençliğe aradıkları alternatifi bu insanlar sunmuştur. Amerika'nın saykodelik dünyasının oluştuğu yıllardır o yıllar. Beatinkler, hippiler bu iklimde büyüyecek önce Amerika'yı dolaşacak sonra dünyaya yayılarak hiç bir zaman bulunamayacak o sonsuz huzuru aramaya devam edecektir. Bu arada da bu yeni fikirleri bu insanların müzikleri ile gittikleri ülkelere yayacaktır.
İşte İstanbul'a gelecek bu adam aslında son 50 yılın bu alternatif tarihini de ülkeye getirmekteydi aslında. Sahnede sadece bir müzik figürü değil bir tarih olarak bizimle olacaktı. Bir süre aynı havayı teneffüs edecek, Kanadalı bir deli Rock müzisyenin hatıra defterinde dolanacak ve hayatlarımıza devam edecektik.
Akşamüstü Küçükçiftlik Park'a geldiğimde 500-600 kişilik (belki de daha az) bir insan grubu vardı içeride. İstanbul havası her zamanki gibi sağ gösterip sol vurmuş, konsere saatler kala güneşi kapatan kara bulutlar şöyle güzel bir yağmur döktürmüştü. Kontrol girişinin yanında bandana satıcısının (ki her Rock konserine Müslüm konseri havasına neden sokarlar anlamam. Ama daha çok anlamadığım bunları alanların var olması. Neyse...) yerini yağmurluk ve şemsiye(!) satıcısı almıştı. "İçeride yok... 5 lira abicim... Islanma..."
Ön gruplardan Büyük Ev Ablukada'yı kaçırmıştım. Canlı dinlemek bu sefer de kısmet olmadı ama diğer ön grup Midlake'i izleme şansım oldu. Indie Rock benim çok bayılarak dinlediğim bir tarz olmamasına rağmen grubu sevdim. Özellikle davulcuları yakın zamanda seyrettiğim en teknik davulcu diyebilirim. Grubu zaten sadece bir Indie grubu olarak tanımlamak da zor. Saykodelik ve progressive parçaları da var ve bu parçaları oldukça iyi. Bir ara klavyecinin bir parçanın sonlarında yan flüt çalıp, klavyeye dönüp, klavye çalarken aynı anda perküsyon zillerini mikrofona doğru sallamaya çalışması ve sonra tekrar yan flüte dönüp bunu tekrarlamasını izlemek de ayrı eğlenceliydi. Helak oldu o kısacık 20 saniyede. Grubun davulcusu ise her parçaya ayrı bir enerji ve duygu kattı diyebilirim. Benim davulun canlı bir performansı bu kadar olumlu etkilediğini gördüğüm çok nadirdir. Temposu, geçişleri, vuruş gücü vs. ile çok farklı bir davulcu. İzlemekte fayda var. Davulcunun ismi McKenzie Smith'miş. İlgilenenler bence bir incelesin. Aklımda kalan tek parça daha önceden de bildiğim için The Band'dan cover olarak çaldıkları I Shall Be Released. Yorumlarını beğendim açıkçası. Indie havasına çok sokmadan ve parçanın ruhunu bozmadan daha doğrusu parçaya pek dokunmadan çaldılar. Yine de benim daha çok progressive ve saykodelik parçaları hoşuma gitti.
Konser alanının üstüne gece çökerken inceden yağan yağmur, çakan şimşekler eşliğinde sahne hızla hazırlanmaya başladı. Her biri 50'li 60'lı yıllardan kalma amfiler, yaşını tahmin edemediğim bir piyano sahnede yerlerini almıştı. Neil Young'un 1969'dan beri zaman zaman beraber çalıştığı kadim grubu Crazy Horse'un alamet-i farikası koşan bir atın üzerindeki Amerikan yerlisi şeklindeki sembolü de siyah üzerine beyaz çizimi ile sahnenin arkasında sallanıyor, bir kızılderili totemi de sahnenin sağında arz-ı endam ediyordu. Ortada artık alışılmış olan dev ekranlar, gitar syntizeiserlar, çeşit çeşit elektronik kutu vs. yoktu. Her şey elektrik, lamba ve transistörler olarak 1950'ler, 1960'lar ve 1970'lerin başındaki gibi en saf halinde önümüzde duruyordu.
Sonunda Neil Young ve Crazy Horse sessiz sedasız sahneye çıktılar. Neil Young elinde "Old Black" isimli siyah Gibson'u, üstünce Earth yazan siyah t-shit'i, siyah fötr şapkası ve siyah pantolonu ile sahnedeydi. "Old Black"den ilk notalar dökülmesiyle birlikte saf ve katıksız Rock başlamış oldu. Çalmaya başladıkları andan itibaren Neil Young gruba doğru yüzünü döndü ve baterinin önünde karşılıklı birbirlerine çalmaya başladılar. İlk parça 1990'dan Ragged Glory albümünden Love and Only Love'du. Sadece elektrik ve distorsion ile cayırdayan elektrik gitarlar, kemik gibi baslar ile Rock'un en saf hali karşımızdaydı. Zaten orijinali 10 dk. civarında bir parça onlar çalarken 15 dk.lık bir saf Rock enjektesi haline geldi.
Neil Young & Crazy Horse - Love and Only Love / 15.07.2014 - Küçükçiftlik Park, İstanbul
Love and Only Love'un ardından Young bu sefer 2000'lere uzandı ve 2002 - Are You Passionate? albümünden Goin' Home'a başladılar. İnsanın o kadar albümü, o kadar şarkısı varken neden bu albümü, neden bu parçayı seçer acaba? Sonuçta Neil Young gibi bir deliye böyle bir soru sorulmaz ama insan kendi kendine soruyor niye diye işte? Ancak, çalınan parçanın Goin' Home olduğunu anlamam için 5 dk. geçmesi ve nakarat bölümünü söylemesi gerekiyordu. Şarkı albümdeki belki de tek saf Rock soundlu parçadır ama sahnede o kadar farklı ve güzel hale gelmişti ki onlar çaldıkça bambaşka bir şarkı haline geldi. Albümdeki temiz gitarlar yerine ortalığa yayılan cayır cayır elektrik gitar sesi konser alanını kapladıkça şarkı yeniden yazılıyor gibiydi. Zaten kendisi 9 dk.ya yakın bu parçayı da 12-13 dk. çaldılar. Tabii ki yine Neil Young ve grup elemanları baterinin bir köşesine ilişmiş bir şekilde. Parçanın sonunda Neil Young ilk ve son kez seyirciye seslendi "How're you doing?". Eh, o kadarlık yeter tabii...
Sonra yine 1990'a döndü ve Days That Used To Be başladı. Uzun iki şarkının arkasından buram buram Bob Dylan kokan parça sanırım herkese iyi geldi. Özellikle, 60'lara ve 70'lerdeki aktivistlere ve onların 90'lardaki haline ince göndermeleri olan şarkı bence 20 dakikalık saf Rock terapisinden sonra nefes almak için iyi geldi. İnsan karşısında Neil Young gibi sivri bir adam görünce ondan sivri sözlerini de duymak istiyor. Bu parçanın sözleri bence bu ihtiyacı gayet güzel karşılıyor. Sözlerini merak eden şu linkten okuyabilir.
Ardından önce sert bir 70'lere dönüş oldu. Önce "Old Black" yerini beyaz bir Gretsch White Falcon'a bıraktı ve bence en güzel Neil Young albümlerinden biri olan (benim gibi eskici bir adamdan farklısını beklememelisiniz...) After The Gold Rush'a ismini veren After The Gold Rush'a başladılar. Ortalık biraz daha sakinlerken bünyemizin aldığı saf Rock enjeksiyonundan (sonuçta herşeyin safı bünyeye fazla gelir ilk alındığında... ;)) kendimize gelme imkanımız oldu. 1970'lerde görülen bir Neil Young rüyasına dahil olduk 3-4 dakikalığına. Buna geri vokallerdeki 2 afro amerikalı kadının ve konserde ilk kez ortaya çıkan armonikanın da etkisi de kesinlikle yadsınamaz tabii ki...
Neil Young & Crazy Horse - After The Gold Rush / 15.07.2014 - Küçükçiftlik Park, İstanbul
70'lerden yine 1990'a geri dönüp bu sefer Love to Burn'ü çaldılar. Böylece Ragged Glory'den 3. parçayı da çalmış oldular. Tam uzun parçalardan kısa bir nefes almıştık ki yeniden 12-13 dk.lık bir şarkı ile karşı karşıyaydık. Neil Young vokal kısımları hariç bas gitar ve diğer gitaristle beraber yine köşelerinde keyifle çalarlarken uzun şarkılar ve kompozisyonlarla yorulmuş olan seyirci ile zaten tam olarak kurulamamış bağ gittikçe zayıfladı. Buna kimsenin alışık olmadığı kadar saf bir Rock soundunun ve 60'ların Rock ruhunun sahnede at koşturması da etkiliydi. Durum şehirde yaşamış birisinin yaylaya gittiğinde yaşadığı oksijen şokuna benzer bir durumdu.
12 dk.'lık Love To Burn'den sonra hiç bilmediğim bir parça başladı. Seperate Ways. Konser sonrası hem yazıyı yazmak için hem de merakımdan bilgisayarımdaki ve evdeki tüm Neil Young kayıtlarını aradım taradım yok. Sonra imdadıma Wikipedia yetişti. Parça Neil Young'un 1975'de yaptığı ve ismi Homegrown olan bir kayıttanmış. Neil Young, albümün kapağı bile hazırlanmışken birden fikrini değiştirmiş ve aynı yıl bu albüm yerine Tonight's the Night albümünü çıkarmış. Daha sonra bu kayıtlar sırasında kaydedilen bazı parçalar farklı albümlerde kullanılmış ama bu parça hiç bir albümde kullanılmamış. Yine de özellikle turlarda bir çok kez sahnede çalmış. Belli ki 1975 Neil Young için üretim patlaması yılı. Aynı yıl çıkardığı Zuma (ki bence en iyi albümlerinden biridir) ile birlikte adam aynı 3 albüm kaydedip birini çöpe atmış. Delilik böyle bir şey sanırım. Bu da bu deli ihtiyarın ilk kez geldiği ülkeye bir başka sürprizi oldu işte.
Seperate Ways sürprizinden sonra yine 1970'lere döndüler ve Only Love Can Break Your Heart başladı. Açıkçası ben burada seyircinin de uyanacağını sanmıştım ama olmadı. Sonuçta adam ilk kez 45'lik listesinde başarı kazanmış gayet bilinen bir şarkısını çalıyor, sen bu adamı dinlemek için gelmişsin ve sakin sakin dinliyorsun. Diyeceksiniz ki parça yavaş parça. Öyle de insan en azından nakaratına eşlik eder, bir hareket gösterir, sevgilisine sarılır, bardağını kaldırır şerefe filan yapar. Böyle garip bir beklentiye sahip olduğuma göre şarkının sözlerindeki o rüyalara saklanan arkadaşı olabilir miyim acaba ("I have a friend, I've never seen, He hides his head inside a dream")? Sanmam, ama öyle olsaydı gururlanırdım, o kesin.
Neyse ki seyircinin de hareketleneceği zamanlar bundan sonra geldi. Ben bir taraftan seyirciye ufak ufak uyuz olmaya başlamışken ve yanımda her şarkının başında kendince kızılderili çığlığı attığını sanan Amerikalı abiye kaşımı kaldırarak yandan yandan bakmaktayken grup sahneden çekildi, sahneye akustik gitar ve armonika geldi ve ortalık hareketlendi. Önce Blowin' In The Wind geldi. Seyirci de ilk kez sahneye katılınca ortalık ısınmaya başladı. Tüm seyirciler hep bir ağızdan Neil Young ile Blowin' In The Wind'i söyledi. En azından seyirci ile sahne arasında bir ilişki ilk kez kurulmuş oldu.
Neil Young & Crazy Horse - Blowin' In the Wind/ 15.07.2014 - Küçükçiftlik Park, İstanbul
Blowin' In The Wind'in ardından Heart of Gold geldi ki akustik haliyle ve seyirci katılımı ile zaten harika şarkı daha bir güzel oldu. Bu arada akustik gitarın sesi o kadar güzel geliyordu ki bulunduğum yere konser böyle devam etse hiç sesimi çıkarmaz Crazy Horse'u oracıkta satabilirdim.
Neil Young & Crazy Horse - Heart of Gold/ 15.07.2014 - Küçükçiftlik Park, İstanbul
Bu kısa akustik bölümden sonra "Old Black" sahneye geri döndü ve bu sefer 70'lerin sonuna 1979'a gidildi. Rust Never Sleeps'den Powderfinger. Akustik aradan sonra yine distorsion ile cayırdayan çıplak Gibson sesi ile başka bir Amerikan hikayesi ile karşı karşıyaydık.
Powderfinder'ın ardından 1969'a dönüp Down By The River başladı. Neil Young'ın Crazy Horse ile yaptığı ilk ve belki de en çok bilinen albümünden, albümün belki de en önemli parçası ile karşımızdalardı. Amerikan usulü bu uzun tutku cinayetinin mükemmel anlatılan hikayesini dinlemeye başladık. Yine konserin en başındaki gibi uzun, sadece sözle değil müzikle anlatılan 15 dk.lık bir hikaye. Yine saf Rock, yine oksijenden kafayı bulan şehirli çocuk hali ve harika geri vokaller...
Neil Young & Crazy Horse - Down By The River/ 15.07.2014 - Küçükçiftlik Park, İstanbul
15 dk.lık bu epik performanstan sonra Neil Young seyircinin haline acımış olmalı ki herkesin bir ağızdan söyleyebileceği, umutla beklediği, haykırmak istediği parçaya geçti. Rockin' In A Free World. İlk notalarla birlikte seyirci de ikinci kez hareketlenmiş oldu. Tam konser biterken enerji tekrar şöyle bir yükseldi. Hatta o kadar yükseldi ki konserin ilk şarkısından itibaren yerinden hiç kıpırdamamış olan grubun basçısı bile ilk kez hareketlenip sahnenin ortasına kadar geldi. 1989'da Orta Doğu'da baba Bush'un yarattığı cehenneme karşı yazılan parça belki de bugün bizi yönetenlerin de katkısıyla yaratılmış olan Ortadoğu cehenneme karşı da söylendi. Hoş şarkı komünist rejimlerin dağıldı dönemlerde ortaya çıktığından liberaller tarafından komünizmin ölüm ayininin şarkısı olarak da adlandırılır. Amerikan liberalliğinin propaganda ustalığı sonuçta. Yine de 80'ler ve 90'larda yazılmış en başarılı ve en çok 60'lar 70'ler kokan parçacıdır kendisi. Hele seyirci ile birlikte bir ağızdan söylenince bir başka güzel oldu.
Neil Young & Crazy Horse - Rockin' In the Free World/ 15.07.2014 - Küçükçiftlik Park, İstanbul
Gaza gelmiş küçük kalabalığın çığlıkları arasında Neil Young gitarını çıkardı, grupla beraber el salladı ve sahneden indi. Herkesin belki çalar diye beklediği Harvest, Ohio, Southern Man, Cinnamon Girl gibi şarkıların hiçbiri çalınmadan konser bitivermişti. Kısa bir ısrar arasından sonra deli ihtiyar ve grubu yine sahnedeydi ve tek bir parça çaldı. Whose Gonna Stand Up and Save the Earth? Tamamen yeni ve yeni albüme girecek bir parça. Neil Young'un seyirciye son sürprizi de buydu. Ama şarkı nasıl diye soruyorsanız bence süper parça olmuş. Sözleri, tepkisi, müziği ile buram buram 60'lar, 70'ler kokan safkan rock bir parça.
Neil Young & Crazy Horse - Whose Gonna Stand Up and Save the Earth/ 12.07.2014 - Marquee, Cork, İrlanda (şarkıyı algılayıncaya kadar yarısına geldiklerinden çekemedim ama birileri çekmiş daha önceden İrlanda'da)
Ve BİS gibi BİS. Tek parça çaldı ve sahneyi terk etti yeniden. Son dönemde grup sahneden ayrılıp geri çağırıldıktan sonra neredeyse çaldıklarının yarısı kadar daha çalıyorlar. Eskide, 1 bilemedin 2 parça daha çalar sahneden inerlermiş. O da isteyenlere teşekkür olsun diye. Eski gruplarda bu hala böyle. Neil Young'da bu geleneği sürdürdü ki ben böylesini daha çok seviyorum.
Konserin geneline gelince. Bazı konserlerde sahnedekiler her şeyi yaparlar ama seyircide bir ölü toprağı vardır. Sahnedekiler ile seyircinin enerji bir türlü tam olarak kaynaşamaz. Bu konser de böyle bir konserdi. Neil Young o kadar saf ve geçmişten bir şey sundu ki sahnede, kimse bunu konser sırasında tam idrak edemedi. Hiç bir ışık gösterisi olmadan, video şovlarla süslenmeden, sadece gitar ve amfi ile yaptığı cayır cayır saf kan Rock müzik bizlere o kadar uzak kalmış ki buna kimse tüm konser boyunca tam olarak alışamadı. Bunu Neil Young'un ve grubun kendi köşelerinde çalması da etkiledi tabii ki. Her konserde seyirciye yapılan yağlı ballı biraz da iki yüzlü konuşmaların hiç biri yoktu. Çıktılar, çatır çatır çaldılar ve gittiler. Konsere gelenlerin belki bir çoğu sadece bir efsane geldi gitmek gerek deyip hiç bir şarkısını bilmeden geldi oraya. Aynı zamanda bir çok yabacının da olduğu, genci/yaşlısı çok karışık bir güruhun oluşturduğu karışık bir insan grubu vardı alanda ama sanırım sorun şarkıları bilmemek, yaş vs. değildi. Sahnede her şey en basit, en yalın haliyle gerçekleşti. Bu yüzden, hayatımızın karmaşası ve karışıklığı içinde bu kadar basit bir şeyi aslında gözüne far tutulmuş tavşanlar gibi izledik bütün gece.
Sahnede eğlendikleri kesin. Bir ara, belli ki setlist'de parçaların yeri değişti. Şarkının sonlarına doğru Neil Young diğer gitariste bir şeyler söyledi. O sırada gitar teknisyeni de elinde beyaz Gretsch ile bekliyordu ve o parça bitiminde değil bir sonraki parça bitiminde gitarını değiştirdi. Bunun nedeni çok basitti aslında. O sırada canları şarkıların yerini değiştirmek istemişti ve yapmışlardı. Her şey bu kadar basitti işte. Bizim unuttuğumuz, belki de hiç bir zaman bilemediğimiz kadar basit...
Konserin bende etkisini konserden çok sonrasında gösterdi. Konser bitip eve dönerken, bugün ve bu yazıyı yazarken gün boyu neredeyse devamlı Neil Young dinlerken buldum kendimi. Belli ki o basitliği özlemişim. Onu da çalsalardı, bunu da çalsalardı demek kolay ama adamın neredeyse 300 bestesi var ve her durumda kimseyi memnun edemeyeceğini biliyor. O yüzden, kendi bildiğini yapıyor ve bize de onu anlamak ve ne yaptığını çözmeye çalışmak kalıyor. Hatta çözmekle filan da uğraşmayıp sadece o akışa kendini kaptırmak yeterli. Tabii ki kendi karışık hayatımızda bu kadar basit bir şeyle karşılaşınca bu basitliği ne kadar algılayabiliyorsak ve kendimizi ne kadar bırakabiliyorsak artık.
Bu blogda hasbelkader bir konser yazısı okuyanlar bilir ki sonunda her konsere bir not veririm kendimce. Bunun tek istisnası da malum The Wall konseri. Bunun nedeni de The Wall'ı bir konserden ziyade bir eylem gibi yaşamış olmam. Bu konser ise benden 8 puan alır 10 üzerinden. O 2 puanı da maalesef seyirciden ve iletişim olmamasında kırarım. Bu kadar basitçe yapılan ama bu kadar derinlikli bir şeye seyirci tepki veremedi layığıyla. Öyle olunca da o ruh bir türlü olması gereken yere yükselemedi bana göre.
Son bir söz de müzikle uğraşanlara. Bugün müzikle uğraşan ister yeni insanlar ister şimdi piyasada olanların tümü bu konserden bir şeyler öğrenmeli. Farklı olmak için yapılanı süslemek, pahalı gitarlar ve ekipmanlar kullanmak, video klipler yapmak, video şovları vs. ile ne yaparsan yap özünde ruh varsa bir amfi ve bir gitarla bile çok daha fazlasını verebilirsin. O yüzden, önce kendi ruhunuzu bulun ki elinizde sadece gitarınız kalsa bile anlatacak sözünüz, çalacak melodileriniz olsun. Tıpkı Neil Young ve onun gibi yaşlı kurtlar gibi...
Benim gibi bir çok Rock müzik dinleyicisi için 1968 ve sonrası çokça bilinir de 68 öncesi oldukça flu bir dönemdir. Örneğin herkes Mr.Tamburine Man'i bir Bob Dylan parçası olarak bilir. Ama şarkı 1963'de Byrds'in ilk albümündedir ve bu albüme ismini vermiştir. Zaten 68 öncesi döneme ait en çok bilinenler Beatles, Dylan, Rolling Stones'dur. Eh, biraz da The Doors. Simon & Garfunken'in Sound of Silence'ı yaptıklarında yılın 1966 olduğunu ve bunun onların ilk değil ikinci albümü olduğunu ancak şarkıyı dinleye dinleye ezberledikten yıllar sonra şans eseri öğrenirsin. Bu dönemde müzik yapmaya başlayan grup ve müzisyenlerin çoğunu 60'ların sonu ya da 70'lerin başında yaptıklarıyla biliriz daha çok. Mesela yıllarca Bufallo Springfield'ı eski bir Rock'n Roll şarkıcısı olarak bilebilirsin. Sonra bir gün öğrenirsin ki Bufallo Springfield aslında Neil Young ve Steven Stills'in 60'ların ortasında beraber müzik yaptığı gruptur. Ama sen Young'u ve Stills'i, Crosby, Stills, Nash & Young olarak biliyorsundur.
1960'ların başları, Neil Young, Steven Stills, David Crosby'li Byrds, Bob Dylan, The Band gibi müzisyenlerin ve grupların Amerika'da Elvis'in Rock'n Roll'u ile Amerikan folk ve blues öğelerini buluşturduğu dönemdir. Johnson'un Keneddy'nin ölümü sonrası Vietnam'daki bataklıkta debelenip ülkeyi Nixon'a hazırladığı dönemlerde kafaları iyi, umutları büyük, deli cesaretli ve bir şeylerin yanlış gittiğini hisseden (hani "Kahrolsun bazı şeyler" gibi bir şey işte) bir gençliğe aradıkları alternatifi bu insanlar sunmuştur. Amerika'nın saykodelik dünyasının oluştuğu yıllardır o yıllar. Beatinkler, hippiler bu iklimde büyüyecek önce Amerika'yı dolaşacak sonra dünyaya yayılarak hiç bir zaman bulunamayacak o sonsuz huzuru aramaya devam edecektir. Bu arada da bu yeni fikirleri bu insanların müzikleri ile gittikleri ülkelere yayacaktır.
İşte İstanbul'a gelecek bu adam aslında son 50 yılın bu alternatif tarihini de ülkeye getirmekteydi aslında. Sahnede sadece bir müzik figürü değil bir tarih olarak bizimle olacaktı. Bir süre aynı havayı teneffüs edecek, Kanadalı bir deli Rock müzisyenin hatıra defterinde dolanacak ve hayatlarımıza devam edecektik.
Akşamüstü Küçükçiftlik Park'a geldiğimde 500-600 kişilik (belki de daha az) bir insan grubu vardı içeride. İstanbul havası her zamanki gibi sağ gösterip sol vurmuş, konsere saatler kala güneşi kapatan kara bulutlar şöyle güzel bir yağmur döktürmüştü. Kontrol girişinin yanında bandana satıcısının (ki her Rock konserine Müslüm konseri havasına neden sokarlar anlamam. Ama daha çok anlamadığım bunları alanların var olması. Neyse...) yerini yağmurluk ve şemsiye(!) satıcısı almıştı. "İçeride yok... 5 lira abicim... Islanma..."
Ön gruplardan Büyük Ev Ablukada'yı kaçırmıştım. Canlı dinlemek bu sefer de kısmet olmadı ama diğer ön grup Midlake'i izleme şansım oldu. Indie Rock benim çok bayılarak dinlediğim bir tarz olmamasına rağmen grubu sevdim. Özellikle davulcuları yakın zamanda seyrettiğim en teknik davulcu diyebilirim. Grubu zaten sadece bir Indie grubu olarak tanımlamak da zor. Saykodelik ve progressive parçaları da var ve bu parçaları oldukça iyi. Bir ara klavyecinin bir parçanın sonlarında yan flüt çalıp, klavyeye dönüp, klavye çalarken aynı anda perküsyon zillerini mikrofona doğru sallamaya çalışması ve sonra tekrar yan flüte dönüp bunu tekrarlamasını izlemek de ayrı eğlenceliydi. Helak oldu o kısacık 20 saniyede. Grubun davulcusu ise her parçaya ayrı bir enerji ve duygu kattı diyebilirim. Benim davulun canlı bir performansı bu kadar olumlu etkilediğini gördüğüm çok nadirdir. Temposu, geçişleri, vuruş gücü vs. ile çok farklı bir davulcu. İzlemekte fayda var. Davulcunun ismi McKenzie Smith'miş. İlgilenenler bence bir incelesin. Aklımda kalan tek parça daha önceden de bildiğim için The Band'dan cover olarak çaldıkları I Shall Be Released. Yorumlarını beğendim açıkçası. Indie havasına çok sokmadan ve parçanın ruhunu bozmadan daha doğrusu parçaya pek dokunmadan çaldılar. Yine de benim daha çok progressive ve saykodelik parçaları hoşuma gitti.
Konser alanının üstüne gece çökerken inceden yağan yağmur, çakan şimşekler eşliğinde sahne hızla hazırlanmaya başladı. Her biri 50'li 60'lı yıllardan kalma amfiler, yaşını tahmin edemediğim bir piyano sahnede yerlerini almıştı. Neil Young'un 1969'dan beri zaman zaman beraber çalıştığı kadim grubu Crazy Horse'un alamet-i farikası koşan bir atın üzerindeki Amerikan yerlisi şeklindeki sembolü de siyah üzerine beyaz çizimi ile sahnenin arkasında sallanıyor, bir kızılderili totemi de sahnenin sağında arz-ı endam ediyordu. Ortada artık alışılmış olan dev ekranlar, gitar syntizeiserlar, çeşit çeşit elektronik kutu vs. yoktu. Her şey elektrik, lamba ve transistörler olarak 1950'ler, 1960'lar ve 1970'lerin başındaki gibi en saf halinde önümüzde duruyordu.
Sonunda Neil Young ve Crazy Horse sessiz sedasız sahneye çıktılar. Neil Young elinde "Old Black" isimli siyah Gibson'u, üstünce Earth yazan siyah t-shit'i, siyah fötr şapkası ve siyah pantolonu ile sahnedeydi. "Old Black"den ilk notalar dökülmesiyle birlikte saf ve katıksız Rock başlamış oldu. Çalmaya başladıkları andan itibaren Neil Young gruba doğru yüzünü döndü ve baterinin önünde karşılıklı birbirlerine çalmaya başladılar. İlk parça 1990'dan Ragged Glory albümünden Love and Only Love'du. Sadece elektrik ve distorsion ile cayırdayan elektrik gitarlar, kemik gibi baslar ile Rock'un en saf hali karşımızdaydı. Zaten orijinali 10 dk. civarında bir parça onlar çalarken 15 dk.lık bir saf Rock enjektesi haline geldi.
Love and Only Love'un ardından Young bu sefer 2000'lere uzandı ve 2002 - Are You Passionate? albümünden Goin' Home'a başladılar. İnsanın o kadar albümü, o kadar şarkısı varken neden bu albümü, neden bu parçayı seçer acaba? Sonuçta Neil Young gibi bir deliye böyle bir soru sorulmaz ama insan kendi kendine soruyor niye diye işte? Ancak, çalınan parçanın Goin' Home olduğunu anlamam için 5 dk. geçmesi ve nakarat bölümünü söylemesi gerekiyordu. Şarkı albümdeki belki de tek saf Rock soundlu parçadır ama sahnede o kadar farklı ve güzel hale gelmişti ki onlar çaldıkça bambaşka bir şarkı haline geldi. Albümdeki temiz gitarlar yerine ortalığa yayılan cayır cayır elektrik gitar sesi konser alanını kapladıkça şarkı yeniden yazılıyor gibiydi. Zaten kendisi 9 dk.ya yakın bu parçayı da 12-13 dk. çaldılar. Tabii ki yine Neil Young ve grup elemanları baterinin bir köşesine ilişmiş bir şekilde. Parçanın sonunda Neil Young ilk ve son kez seyirciye seslendi "How're you doing?". Eh, o kadarlık yeter tabii...
Sonra yine 1990'a döndü ve Days That Used To Be başladı. Uzun iki şarkının arkasından buram buram Bob Dylan kokan parça sanırım herkese iyi geldi. Özellikle, 60'lara ve 70'lerdeki aktivistlere ve onların 90'lardaki haline ince göndermeleri olan şarkı bence 20 dakikalık saf Rock terapisinden sonra nefes almak için iyi geldi. İnsan karşısında Neil Young gibi sivri bir adam görünce ondan sivri sözlerini de duymak istiyor. Bu parçanın sözleri bence bu ihtiyacı gayet güzel karşılıyor. Sözlerini merak eden şu linkten okuyabilir.
Ardından önce sert bir 70'lere dönüş oldu. Önce "Old Black" yerini beyaz bir Gretsch White Falcon'a bıraktı ve bence en güzel Neil Young albümlerinden biri olan (benim gibi eskici bir adamdan farklısını beklememelisiniz...) After The Gold Rush'a ismini veren After The Gold Rush'a başladılar. Ortalık biraz daha sakinlerken bünyemizin aldığı saf Rock enjeksiyonundan (sonuçta herşeyin safı bünyeye fazla gelir ilk alındığında... ;)) kendimize gelme imkanımız oldu. 1970'lerde görülen bir Neil Young rüyasına dahil olduk 3-4 dakikalığına. Buna geri vokallerdeki 2 afro amerikalı kadının ve konserde ilk kez ortaya çıkan armonikanın da etkisi de kesinlikle yadsınamaz tabii ki...
70'lerden yine 1990'a geri dönüp bu sefer Love to Burn'ü çaldılar. Böylece Ragged Glory'den 3. parçayı da çalmış oldular. Tam uzun parçalardan kısa bir nefes almıştık ki yeniden 12-13 dk.lık bir şarkı ile karşı karşıyaydık. Neil Young vokal kısımları hariç bas gitar ve diğer gitaristle beraber yine köşelerinde keyifle çalarlarken uzun şarkılar ve kompozisyonlarla yorulmuş olan seyirci ile zaten tam olarak kurulamamış bağ gittikçe zayıfladı. Buna kimsenin alışık olmadığı kadar saf bir Rock soundunun ve 60'ların Rock ruhunun sahnede at koşturması da etkiliydi. Durum şehirde yaşamış birisinin yaylaya gittiğinde yaşadığı oksijen şokuna benzer bir durumdu.
12 dk.'lık Love To Burn'den sonra hiç bilmediğim bir parça başladı. Seperate Ways. Konser sonrası hem yazıyı yazmak için hem de merakımdan bilgisayarımdaki ve evdeki tüm Neil Young kayıtlarını aradım taradım yok. Sonra imdadıma Wikipedia yetişti. Parça Neil Young'un 1975'de yaptığı ve ismi Homegrown olan bir kayıttanmış. Neil Young, albümün kapağı bile hazırlanmışken birden fikrini değiştirmiş ve aynı yıl bu albüm yerine Tonight's the Night albümünü çıkarmış. Daha sonra bu kayıtlar sırasında kaydedilen bazı parçalar farklı albümlerde kullanılmış ama bu parça hiç bir albümde kullanılmamış. Yine de özellikle turlarda bir çok kez sahnede çalmış. Belli ki 1975 Neil Young için üretim patlaması yılı. Aynı yıl çıkardığı Zuma (ki bence en iyi albümlerinden biridir) ile birlikte adam aynı 3 albüm kaydedip birini çöpe atmış. Delilik böyle bir şey sanırım. Bu da bu deli ihtiyarın ilk kez geldiği ülkeye bir başka sürprizi oldu işte.
Seperate Ways sürprizinden sonra yine 1970'lere döndüler ve Only Love Can Break Your Heart başladı. Açıkçası ben burada seyircinin de uyanacağını sanmıştım ama olmadı. Sonuçta adam ilk kez 45'lik listesinde başarı kazanmış gayet bilinen bir şarkısını çalıyor, sen bu adamı dinlemek için gelmişsin ve sakin sakin dinliyorsun. Diyeceksiniz ki parça yavaş parça. Öyle de insan en azından nakaratına eşlik eder, bir hareket gösterir, sevgilisine sarılır, bardağını kaldırır şerefe filan yapar. Böyle garip bir beklentiye sahip olduğuma göre şarkının sözlerindeki o rüyalara saklanan arkadaşı olabilir miyim acaba ("I have a friend, I've never seen, He hides his head inside a dream")? Sanmam, ama öyle olsaydı gururlanırdım, o kesin.
Neyse ki seyircinin de hareketleneceği zamanlar bundan sonra geldi. Ben bir taraftan seyirciye ufak ufak uyuz olmaya başlamışken ve yanımda her şarkının başında kendince kızılderili çığlığı attığını sanan Amerikalı abiye kaşımı kaldırarak yandan yandan bakmaktayken grup sahneden çekildi, sahneye akustik gitar ve armonika geldi ve ortalık hareketlendi. Önce Blowin' In The Wind geldi. Seyirci de ilk kez sahneye katılınca ortalık ısınmaya başladı. Tüm seyirciler hep bir ağızdan Neil Young ile Blowin' In The Wind'i söyledi. En azından seyirci ile sahne arasında bir ilişki ilk kez kurulmuş oldu.
Blowin' In The Wind'in ardından Heart of Gold geldi ki akustik haliyle ve seyirci katılımı ile zaten harika şarkı daha bir güzel oldu. Bu arada akustik gitarın sesi o kadar güzel geliyordu ki bulunduğum yere konser böyle devam etse hiç sesimi çıkarmaz Crazy Horse'u oracıkta satabilirdim.
Bu kısa akustik bölümden sonra "Old Black" sahneye geri döndü ve bu sefer 70'lerin sonuna 1979'a gidildi. Rust Never Sleeps'den Powderfinger. Akustik aradan sonra yine distorsion ile cayırdayan çıplak Gibson sesi ile başka bir Amerikan hikayesi ile karşı karşıyaydık.
Powderfinder'ın ardından 1969'a dönüp Down By The River başladı. Neil Young'ın Crazy Horse ile yaptığı ilk ve belki de en çok bilinen albümünden, albümün belki de en önemli parçası ile karşımızdalardı. Amerikan usulü bu uzun tutku cinayetinin mükemmel anlatılan hikayesini dinlemeye başladık. Yine konserin en başındaki gibi uzun, sadece sözle değil müzikle anlatılan 15 dk.lık bir hikaye. Yine saf Rock, yine oksijenden kafayı bulan şehirli çocuk hali ve harika geri vokaller...
15 dk.lık bu epik performanstan sonra Neil Young seyircinin haline acımış olmalı ki herkesin bir ağızdan söyleyebileceği, umutla beklediği, haykırmak istediği parçaya geçti. Rockin' In A Free World. İlk notalarla birlikte seyirci de ikinci kez hareketlenmiş oldu. Tam konser biterken enerji tekrar şöyle bir yükseldi. Hatta o kadar yükseldi ki konserin ilk şarkısından itibaren yerinden hiç kıpırdamamış olan grubun basçısı bile ilk kez hareketlenip sahnenin ortasına kadar geldi. 1989'da Orta Doğu'da baba Bush'un yarattığı cehenneme karşı yazılan parça belki de bugün bizi yönetenlerin de katkısıyla yaratılmış olan Ortadoğu cehenneme karşı da söylendi. Hoş şarkı komünist rejimlerin dağıldı dönemlerde ortaya çıktığından liberaller tarafından komünizmin ölüm ayininin şarkısı olarak da adlandırılır. Amerikan liberalliğinin propaganda ustalığı sonuçta. Yine de 80'ler ve 90'larda yazılmış en başarılı ve en çok 60'lar 70'ler kokan parçacıdır kendisi. Hele seyirci ile birlikte bir ağızdan söylenince bir başka güzel oldu.
Gaza gelmiş küçük kalabalığın çığlıkları arasında Neil Young gitarını çıkardı, grupla beraber el salladı ve sahneden indi. Herkesin belki çalar diye beklediği Harvest, Ohio, Southern Man, Cinnamon Girl gibi şarkıların hiçbiri çalınmadan konser bitivermişti. Kısa bir ısrar arasından sonra deli ihtiyar ve grubu yine sahnedeydi ve tek bir parça çaldı. Whose Gonna Stand Up and Save the Earth? Tamamen yeni ve yeni albüme girecek bir parça. Neil Young'un seyirciye son sürprizi de buydu. Ama şarkı nasıl diye soruyorsanız bence süper parça olmuş. Sözleri, tepkisi, müziği ile buram buram 60'lar, 70'ler kokan safkan rock bir parça.
Neil Young & Crazy Horse - Whose Gonna Stand Up and Save the Earth/ 12.07.2014 - Marquee, Cork, İrlanda (şarkıyı algılayıncaya kadar yarısına geldiklerinden çekemedim ama birileri çekmiş daha önceden İrlanda'da)
Ve BİS gibi BİS. Tek parça çaldı ve sahneyi terk etti yeniden. Son dönemde grup sahneden ayrılıp geri çağırıldıktan sonra neredeyse çaldıklarının yarısı kadar daha çalıyorlar. Eskide, 1 bilemedin 2 parça daha çalar sahneden inerlermiş. O da isteyenlere teşekkür olsun diye. Eski gruplarda bu hala böyle. Neil Young'da bu geleneği sürdürdü ki ben böylesini daha çok seviyorum.
Konserin geneline gelince. Bazı konserlerde sahnedekiler her şeyi yaparlar ama seyircide bir ölü toprağı vardır. Sahnedekiler ile seyircinin enerji bir türlü tam olarak kaynaşamaz. Bu konser de böyle bir konserdi. Neil Young o kadar saf ve geçmişten bir şey sundu ki sahnede, kimse bunu konser sırasında tam idrak edemedi. Hiç bir ışık gösterisi olmadan, video şovlarla süslenmeden, sadece gitar ve amfi ile yaptığı cayır cayır saf kan Rock müzik bizlere o kadar uzak kalmış ki buna kimse tüm konser boyunca tam olarak alışamadı. Bunu Neil Young'un ve grubun kendi köşelerinde çalması da etkiledi tabii ki. Her konserde seyirciye yapılan yağlı ballı biraz da iki yüzlü konuşmaların hiç biri yoktu. Çıktılar, çatır çatır çaldılar ve gittiler. Konsere gelenlerin belki bir çoğu sadece bir efsane geldi gitmek gerek deyip hiç bir şarkısını bilmeden geldi oraya. Aynı zamanda bir çok yabacının da olduğu, genci/yaşlısı çok karışık bir güruhun oluşturduğu karışık bir insan grubu vardı alanda ama sanırım sorun şarkıları bilmemek, yaş vs. değildi. Sahnede her şey en basit, en yalın haliyle gerçekleşti. Bu yüzden, hayatımızın karmaşası ve karışıklığı içinde bu kadar basit bir şeyi aslında gözüne far tutulmuş tavşanlar gibi izledik bütün gece.
Sahnede eğlendikleri kesin. Bir ara, belli ki setlist'de parçaların yeri değişti. Şarkının sonlarına doğru Neil Young diğer gitariste bir şeyler söyledi. O sırada gitar teknisyeni de elinde beyaz Gretsch ile bekliyordu ve o parça bitiminde değil bir sonraki parça bitiminde gitarını değiştirdi. Bunun nedeni çok basitti aslında. O sırada canları şarkıların yerini değiştirmek istemişti ve yapmışlardı. Her şey bu kadar basitti işte. Bizim unuttuğumuz, belki de hiç bir zaman bilemediğimiz kadar basit...
Konserin bende etkisini konserden çok sonrasında gösterdi. Konser bitip eve dönerken, bugün ve bu yazıyı yazarken gün boyu neredeyse devamlı Neil Young dinlerken buldum kendimi. Belli ki o basitliği özlemişim. Onu da çalsalardı, bunu da çalsalardı demek kolay ama adamın neredeyse 300 bestesi var ve her durumda kimseyi memnun edemeyeceğini biliyor. O yüzden, kendi bildiğini yapıyor ve bize de onu anlamak ve ne yaptığını çözmeye çalışmak kalıyor. Hatta çözmekle filan da uğraşmayıp sadece o akışa kendini kaptırmak yeterli. Tabii ki kendi karışık hayatımızda bu kadar basit bir şeyle karşılaşınca bu basitliği ne kadar algılayabiliyorsak ve kendimizi ne kadar bırakabiliyorsak artık.
Bu blogda hasbelkader bir konser yazısı okuyanlar bilir ki sonunda her konsere bir not veririm kendimce. Bunun tek istisnası da malum The Wall konseri. Bunun nedeni de The Wall'ı bir konserden ziyade bir eylem gibi yaşamış olmam. Bu konser ise benden 8 puan alır 10 üzerinden. O 2 puanı da maalesef seyirciden ve iletişim olmamasında kırarım. Bu kadar basitçe yapılan ama bu kadar derinlikli bir şeye seyirci tepki veremedi layığıyla. Öyle olunca da o ruh bir türlü olması gereken yere yükselemedi bana göre.
Son bir söz de müzikle uğraşanlara. Bugün müzikle uğraşan ister yeni insanlar ister şimdi piyasada olanların tümü bu konserden bir şeyler öğrenmeli. Farklı olmak için yapılanı süslemek, pahalı gitarlar ve ekipmanlar kullanmak, video klipler yapmak, video şovları vs. ile ne yaparsan yap özünde ruh varsa bir amfi ve bir gitarla bile çok daha fazlasını verebilirsin. O yüzden, önce kendi ruhunuzu bulun ki elinizde sadece gitarınız kalsa bile anlatacak sözünüz, çalacak melodileriniz olsun. Tıpkı Neil Young ve onun gibi yaşlı kurtlar gibi...
Yorumlar
Yorum Gönder