Pink Floyd'dan Mistik Bir Elveda... The Endless River
Pink Floyd'un albüm çıkartması demek her zaman dünya müzik piyasasında olay olarak kabul edilir.
Özellikle, 1980'lerin ortasında grubun Gilmour önderliğinde tekrar bir araya gelmesi ile Pink Floyd'un albüm çıkartması çok özel ve ince bir halkla ilişkiler çalışması ile de desteklenerek hep sektörel bir vaka haline geldi. Grubun 1994'den beri hiç yeni albüm kaydı yapmaması, Wright'ın 2008'deki ölümü, grup elemanlarının 94 sonrasında yoğunlaştıkları solo projeler nedeniyle yeni bir Pink Floyd albümü artık kimsenin aklına bile gelmiyordu. Gilmour'un eşinin yeni bir solo Gilmour albümü için söz yazdığını açıklaması ve Gilmour'un stüdyoya kapanması da yeni bir Pink Floyd albümüne dair bir ipucu içermiyordu. Ta ki, David Gilmour'un çıkıp yeni bir Pink Floyd albümü için hazırlandıklarını açıklayıncaya kadar.
Gilmour, The Division Bell'i kayıtları sırasında elde kalan ve kullanılmamış olan Wright kayıtlarını kullanacaklarını ve albümün Richard Wright'ı anmak için yapıldığını açıklaması başka dedikoduları da doğurdu. En büyük söylenti, grup 80'lerin ortasında tekrar bir araya geldikten sonra her albüm çıkarttıklarında ortaya çıkan Waters'ın gruba geri döneceği söylentisiydi. Düşman kardeşler yine bir araya mı gelecekti? 2010'da Gilmour yardım amaçlı da olsa bir konserde Waters ile birlikte sahne almıştı. Londra'daki bir The Wall konserinde de duvarın üstüne çıkarak Comfortably Numb'ı çalmıştı. Ancak, Gilmour'da Waters'da bun söylentileri yalanladı. Ancak, bir çok insan Pink Floyd'un albüm öncesi halkla ilişkiler konusundaki ince işlerini bildiğinden bu dedikoduyu bir süre daha sürdürmeye devam ettiler. Sonunda beklenen gün geldi ve The Endless River albümü ortaya çıktı. Eh, Pink Floyd albüm çıkartırsa çamurdan bile olsa dinlemek farzdır deyip ben de gerekeni yaptım ve albümü dinledim sonunda. Sonuç olarak aklımda kalanlar da bu yazıda işte.
Her şeyden önce söylemek gerek ki bu albüm ne bir Gilmour albümü ne de 80 sonrası Pink Floyd albümlerine benziyor. Endless River, gerçekten Pink Floyd'un diskografisinde farklı bir yerde. Aslında bu albüm Louder Than Words ve bir uzun epik şarkı gibi de görmek mümkün. İlla bir dönemine benzetmek gerekirse ben en çok Barrett'li saykodelik yıllarına daha yakın buldum albümü. Ancak o saykodelik döneme Division Bell'deki teknolojik ve yarı mistik havanın da eklendiği bambaşka bir albüm olmuş. Bu sefer mistisizmi de saykodelik dünyayı da kuran Wright'ın ve diğer müzisyenlerin klavyeleri. Division Bell'de mistisizmi sağlayan Gilmour gitarları bu sefer hüznü getirmiş albüme. Bu albümün yapı taşlarını da aslında Division Bell'de bulmak mümkün. Marooned'in klavye partisyonları, Take It Back'in girişinde ilk 30 saniye civarında geçen küçük klavye girişi (ki şarkı içinde ve sonunda da tekrarlanır), Coming Back To Life'ın klavyeleri aslında grubun Endless River kafasına daha o zamanlarda ulaştığı ama bunu tercih etmeyip daha başka ve dinlemesi kolay parçalara yöneldiğini gösteriyor aslında.
Albüm aslında 4 tane 12 dakika civarında temadan oluşuyor. Louder Than Words dışında hiç bir parçada söz yok. O da albümün son parçası zaten ve ence çok iyi parça olmakla beraber albüme biraz da yeni albümden radyolarda bir parça olsun çalınsın diye var. Albümün ilk teması olan birinci bölümü oldukça hüzünlü bir bölüm. Bölümün ve dolayısıyla albümün ilk parçası olan Things Left Unsaid hem 69'ların saykodelik ruhunu taşıyor hem de ağır, mistik bir hüznü bırakıyor ortalığa. Ancak, 3 parçalık bu bölümün en dikkat çeken parçası It's What We Do. Şarkı ilk başladığında devamında "Welcome my son to the machine" diye devam edecek diye bekliyorsun. Parça Things Left Unsaid'in sizi götürdüğü o saykodelik ortamdan 70'lerin progressive ortamına taşıyıveriyor insanı. Gilmour'un gitarları o kadar temiz ve rafine ki ne yaptığını anlayabiliyorsunuz ama nasıl yaptığına da şaşırmadan edemiyorsunuz. Albümde bence Louder Than Words'den sonra attığı en mükemmel solu bu parçada. Gilmour'un bu yaşında hala yeni teknikler bulabildiğini ve bunları gayet mükemmel uygulayabildiğini görmek hayranlık verici. Parçanın içinde Pink Floyd'un progressive dönemindeki tüm albümlerden bir şeyler bulabiliyorsunuz.
Albümün 2. bölümü ise insanı tamamen saykodelik bir dünyaya geri götürüyor. Özellikle bu bölümdeki Sum ve Skins'i Ummagumma ya da Atom Heart Mother'a koysaydılar sanırım kimse garipsemezdi. Hele her iki parçanın da girişlerindeki synthesizer'lar hani The Piper At The Gates Down'dan kopup gelmiş gibiler. Bu arada Nick Mason'un bu saykodelik dünyanın yaratılmasında o kaos içinde çıkıp size tutunacak bir ritm gösterip sonra ortadan kaybolması da oldukça etkili oluyor. Öyle bir yerde ritmi gösteriyor ve öyle bir yerde sahneden çekiliyor ki o müzikal kaosun içinde sabit kalabiliyorsun. Tıpkı 60'ların ortasında yaptıkları gibi her şey. Ancak, bu bölümün asıl bomba parçası kesinlikle Anisina. Malum isim Türkçe. O yüzden meraklısı da çok olacaktır bu parçanın. Albümde beni en çok etkileyen parçalardan biri bu oldu. Arkada derinlerden çıkan klarnet ve tabii ki onun bizim bildiğimiz ortadoğu usulü çalınışı, klarnetin tonuyla Gilmour'un gitarının tonundaki o uyum gerçekten inanılmaz. Bu bölümün başında içine kaybolduğunuz o saykodelik dünyadan bir anda çıkıp mistik bir hüzün dalgasına kapılıyorsunuz. Bu parça zaten Wright'ın anısına yazılmış bir parça özellikle parçanın ikinci bölümünde klarnet ve gitarın karşılıklı çıkışları o hüznü mükemmel bir şekilde ortaya koyuyor. Hatta ciğerine oturuyor da denebilir.
Albümün 3. bölümü 1,5 dakikalık 6 parça ve bir 3,5 dakikalık parçadan oluşuyor. Bu bölümün girişindeki The Lost Art of Conversation başladığı anda insanın içinden Shine On Your Crazy Diamond diye bağırmak geliyor. Ancak, daha neyin ne olduğunu anlamadan 1,5 dakika bitiveriyor. Bu bölümün bence nazarlıkları Allons-Y(1) ve Allons-Y(2). Her iki parça da buram buram The Wall ve Final Cut kokuyor. Gilmour tertemiz bendler ile tam da o zamanların sololarıyla beziyor her iki 1,5 dakikayı da. Özellikle Allons-y(2)'nin ikinci bölümü ve ardından gelen Talkin' Hawkin' parçalarında çok tanıdık ezgiler duymadım desem yalan olur. Anısına parasını yaparken Gilmour bizim ülkenin müziklerini ve ağıtlarını incelediğini söylemiş. Talkin' Hawkin' in girişini Barış Manço'nun ve bir iki Türk rock grubunun parçasına oldukça benzettim. Acaba araştırırken Barış Manço şarkıları dinleyip de beğenmiş olabilir mi? Ne güzel olur aslında. Talkin' Hawkin' parçasının bir başka özel durumu daha var tabii ki. O da içinde fizikçi Stefan Hawking'in bir küçük konuşmasının da olması. Daha doğrusu parçanın vokalisti Stefan Hawking. Kayıtları 94'de Division Bell kayıtları sırasında yapılmış. Hawking'in yaptığı konuşma yazıdan alınıp elektronik olarak sample edilmiş ve parçaya eklenmiş. Ancak, Pink Floyd'un aklına gelebilecek ilginç işlerden biri işte.
Albümün son bölümü ise ilk bölümünün saykodelik, mistik ve hüzünlü dönemine bir geri dönüş aslında. Grubun 80'lerdeki birleşmesi sonrası yaptığı müziğe en yakın sound'un olduğu bölüm de aslında bu bölüm. Belirli bir tema alt yapısı üzerine gitar ve ses doğaçlamaları ile yürüyen daha futuristik parçaların olduğu bölüm burası.
Bu bölümü tabii ki Louder Than Words ve diğer parçalar diye ayırmak gerek. Başta da yazdığım gibi bu albüm aslında biri 35 dk. civarında olan uzun ve epik bir parça ve Louder Than Words'den oluşuyor da diyebiliriz. Albüm boyunca Richard Wright kayığını hazırlıyor, ikinci bölümden itibaren albüm kapağında da olduğu gibi, bulutların üstünde sonsuza uzanan bir nehirde kayığı ile açılıyor ve bu son bölümde sonsuz ufukta gözden kayboluyor. Louder Than Words'de arkada bıraktıklarının onun arkasında söylediği şarkı. Louder Than Words bence Pink Floyd'un 80'lerdeki birleşmesinden sonra yaptığı en iyi parça. Gilmour'un parçanın sonuna doğru çaldığı solo ise bence Comfortably Numb ve Shine On Your Crazy Diamond'daki sololarından sonra en iyi solosu. Adamın en büyük özelliği korkunç temiz bir tuşeyle ve her notayı göstere göstere çalabiliyor olması zaten. Ama buradaki solosunda bending yaparken teli susturup tekrar bending yapmadan yaptığı slide ve bunu yaparken hiç bir boşluk vermemesi (anlatamadım tam olarak biliyorum ama dinleyin anlayacaksınız) bence ders olarak gösterilmeli tüm gitarcılara.
Bu soloya rakip olabilecek tek solosu da yine bu albümde. O da It's What We Do parçasında attığı solo ki orada da hiç bending yapmadan tel üzerinde o kadar temiz parmak slaydlar ile soloyu atıyor ki her nota ciğerine ciğerine batıyor. Gitarın tonundaki yumuşaklık ve tuşelerdeki temizlik karşısında sadece hayran olabiliyorsun adama. 68 yaşında, zaten idol olmuş ve müzikte yapılabilecek her şeyi yapmış bir gitarist hala yeni şeyler deniyor, yeni teknikler üretiyor, yeni tonlar arıyor. Bu yüzden, Gilmour'u ister beğen ister beğenme (mesela bana ilk 5 gitaristi say desen Gilmour'u saymam ama ilk 10'a koyarım) buna saygı göstermek ve bundan feyiz almak gerekir.
Bu albüm Pink Floyd'un en iyi, en mükemmel albümü değil. Öyle bir iddiası da yok ama kesinlikle arşivlik bir albüm. Pink Floyd'u ilk kez bu albümle dinleyecek birisi diğer albümleri dinlediğinde büyük ihtimalle her ikisinin aynı grup olduğuna inanmayacaktır ama şaşkınlıkla bir çok benzer riff'i, tonu, melodiyi duyacak ve tanıyacaktır. Bu albüm Pink Floyd'un 46-47 yıllık müzik hayatının her döneminden izler taşıyan, aslında konsept olarak da kabul edilebilecek, mistik, hüzünlü ve gerçekten dinlemesi zor bir albüm. Sizi ilk parçadan itibaren içeriye hapseden ve son parçaya kadar parçalar içinde kaybolmanıza yol açan bir albüm bu. Pek radyoluk ya da single çıkacak albüm değil ama Louder Than Words dışında Anısına, It's What We Do Allons-Y(1), Allons-Y(2) ve Talkin' Hawkin' parçaları bence radyoda gayet güzel gider. Albümde bu parçalara özel ilgi göstermenizi öneririm.
Yazı gene tuttu yolunu gitti ama sanırım bir daha yeni Pink Floyd albümü yazamayacağıma göre bu sefer bu kadarlık olsun (sanki diğer yazılarım kısaymış gibi). bence gidin alın bu albümü. Dinlemesi zor olsa da kesinlikle arşivlik.
Özellikle, 1980'lerin ortasında grubun Gilmour önderliğinde tekrar bir araya gelmesi ile Pink Floyd'un albüm çıkartması çok özel ve ince bir halkla ilişkiler çalışması ile de desteklenerek hep sektörel bir vaka haline geldi. Grubun 1994'den beri hiç yeni albüm kaydı yapmaması, Wright'ın 2008'deki ölümü, grup elemanlarının 94 sonrasında yoğunlaştıkları solo projeler nedeniyle yeni bir Pink Floyd albümü artık kimsenin aklına bile gelmiyordu. Gilmour'un eşinin yeni bir solo Gilmour albümü için söz yazdığını açıklaması ve Gilmour'un stüdyoya kapanması da yeni bir Pink Floyd albümüne dair bir ipucu içermiyordu. Ta ki, David Gilmour'un çıkıp yeni bir Pink Floyd albümü için hazırlandıklarını açıklayıncaya kadar.
Gilmour, The Division Bell'i kayıtları sırasında elde kalan ve kullanılmamış olan Wright kayıtlarını kullanacaklarını ve albümün Richard Wright'ı anmak için yapıldığını açıklaması başka dedikoduları da doğurdu. En büyük söylenti, grup 80'lerin ortasında tekrar bir araya geldikten sonra her albüm çıkarttıklarında ortaya çıkan Waters'ın gruba geri döneceği söylentisiydi. Düşman kardeşler yine bir araya mı gelecekti? 2010'da Gilmour yardım amaçlı da olsa bir konserde Waters ile birlikte sahne almıştı. Londra'daki bir The Wall konserinde de duvarın üstüne çıkarak Comfortably Numb'ı çalmıştı. Ancak, Gilmour'da Waters'da bun söylentileri yalanladı. Ancak, bir çok insan Pink Floyd'un albüm öncesi halkla ilişkiler konusundaki ince işlerini bildiğinden bu dedikoduyu bir süre daha sürdürmeye devam ettiler. Sonunda beklenen gün geldi ve The Endless River albümü ortaya çıktı. Eh, Pink Floyd albüm çıkartırsa çamurdan bile olsa dinlemek farzdır deyip ben de gerekeni yaptım ve albümü dinledim sonunda. Sonuç olarak aklımda kalanlar da bu yazıda işte.
Her şeyden önce söylemek gerek ki bu albüm ne bir Gilmour albümü ne de 80 sonrası Pink Floyd albümlerine benziyor. Endless River, gerçekten Pink Floyd'un diskografisinde farklı bir yerde. Aslında bu albüm Louder Than Words ve bir uzun epik şarkı gibi de görmek mümkün. İlla bir dönemine benzetmek gerekirse ben en çok Barrett'li saykodelik yıllarına daha yakın buldum albümü. Ancak o saykodelik döneme Division Bell'deki teknolojik ve yarı mistik havanın da eklendiği bambaşka bir albüm olmuş. Bu sefer mistisizmi de saykodelik dünyayı da kuran Wright'ın ve diğer müzisyenlerin klavyeleri. Division Bell'de mistisizmi sağlayan Gilmour gitarları bu sefer hüznü getirmiş albüme. Bu albümün yapı taşlarını da aslında Division Bell'de bulmak mümkün. Marooned'in klavye partisyonları, Take It Back'in girişinde ilk 30 saniye civarında geçen küçük klavye girişi (ki şarkı içinde ve sonunda da tekrarlanır), Coming Back To Life'ın klavyeleri aslında grubun Endless River kafasına daha o zamanlarda ulaştığı ama bunu tercih etmeyip daha başka ve dinlemesi kolay parçalara yöneldiğini gösteriyor aslında.
Albüm aslında 4 tane 12 dakika civarında temadan oluşuyor. Louder Than Words dışında hiç bir parçada söz yok. O da albümün son parçası zaten ve ence çok iyi parça olmakla beraber albüme biraz da yeni albümden radyolarda bir parça olsun çalınsın diye var. Albümün ilk teması olan birinci bölümü oldukça hüzünlü bir bölüm. Bölümün ve dolayısıyla albümün ilk parçası olan Things Left Unsaid hem 69'ların saykodelik ruhunu taşıyor hem de ağır, mistik bir hüznü bırakıyor ortalığa. Ancak, 3 parçalık bu bölümün en dikkat çeken parçası It's What We Do. Şarkı ilk başladığında devamında "Welcome my son to the machine" diye devam edecek diye bekliyorsun. Parça Things Left Unsaid'in sizi götürdüğü o saykodelik ortamdan 70'lerin progressive ortamına taşıyıveriyor insanı. Gilmour'un gitarları o kadar temiz ve rafine ki ne yaptığını anlayabiliyorsunuz ama nasıl yaptığına da şaşırmadan edemiyorsunuz. Albümde bence Louder Than Words'den sonra attığı en mükemmel solu bu parçada. Gilmour'un bu yaşında hala yeni teknikler bulabildiğini ve bunları gayet mükemmel uygulayabildiğini görmek hayranlık verici. Parçanın içinde Pink Floyd'un progressive dönemindeki tüm albümlerden bir şeyler bulabiliyorsunuz.
Albümün 2. bölümü ise insanı tamamen saykodelik bir dünyaya geri götürüyor. Özellikle bu bölümdeki Sum ve Skins'i Ummagumma ya da Atom Heart Mother'a koysaydılar sanırım kimse garipsemezdi. Hele her iki parçanın da girişlerindeki synthesizer'lar hani The Piper At The Gates Down'dan kopup gelmiş gibiler. Bu arada Nick Mason'un bu saykodelik dünyanın yaratılmasında o kaos içinde çıkıp size tutunacak bir ritm gösterip sonra ortadan kaybolması da oldukça etkili oluyor. Öyle bir yerde ritmi gösteriyor ve öyle bir yerde sahneden çekiliyor ki o müzikal kaosun içinde sabit kalabiliyorsun. Tıpkı 60'ların ortasında yaptıkları gibi her şey. Ancak, bu bölümün asıl bomba parçası kesinlikle Anisina. Malum isim Türkçe. O yüzden meraklısı da çok olacaktır bu parçanın. Albümde beni en çok etkileyen parçalardan biri bu oldu. Arkada derinlerden çıkan klarnet ve tabii ki onun bizim bildiğimiz ortadoğu usulü çalınışı, klarnetin tonuyla Gilmour'un gitarının tonundaki o uyum gerçekten inanılmaz. Bu bölümün başında içine kaybolduğunuz o saykodelik dünyadan bir anda çıkıp mistik bir hüzün dalgasına kapılıyorsunuz. Bu parça zaten Wright'ın anısına yazılmış bir parça özellikle parçanın ikinci bölümünde klarnet ve gitarın karşılıklı çıkışları o hüznü mükemmel bir şekilde ortaya koyuyor. Hatta ciğerine oturuyor da denebilir.
Albümün 3. bölümü 1,5 dakikalık 6 parça ve bir 3,5 dakikalık parçadan oluşuyor. Bu bölümün girişindeki The Lost Art of Conversation başladığı anda insanın içinden Shine On Your Crazy Diamond diye bağırmak geliyor. Ancak, daha neyin ne olduğunu anlamadan 1,5 dakika bitiveriyor. Bu bölümün bence nazarlıkları Allons-Y(1) ve Allons-Y(2). Her iki parça da buram buram The Wall ve Final Cut kokuyor. Gilmour tertemiz bendler ile tam da o zamanların sololarıyla beziyor her iki 1,5 dakikayı da. Özellikle Allons-y(2)'nin ikinci bölümü ve ardından gelen Talkin' Hawkin' parçalarında çok tanıdık ezgiler duymadım desem yalan olur. Anısına parasını yaparken Gilmour bizim ülkenin müziklerini ve ağıtlarını incelediğini söylemiş. Talkin' Hawkin' in girişini Barış Manço'nun ve bir iki Türk rock grubunun parçasına oldukça benzettim. Acaba araştırırken Barış Manço şarkıları dinleyip de beğenmiş olabilir mi? Ne güzel olur aslında. Talkin' Hawkin' parçasının bir başka özel durumu daha var tabii ki. O da içinde fizikçi Stefan Hawking'in bir küçük konuşmasının da olması. Daha doğrusu parçanın vokalisti Stefan Hawking. Kayıtları 94'de Division Bell kayıtları sırasında yapılmış. Hawking'in yaptığı konuşma yazıdan alınıp elektronik olarak sample edilmiş ve parçaya eklenmiş. Ancak, Pink Floyd'un aklına gelebilecek ilginç işlerden biri işte.
Albümün son bölümü ise ilk bölümünün saykodelik, mistik ve hüzünlü dönemine bir geri dönüş aslında. Grubun 80'lerdeki birleşmesi sonrası yaptığı müziğe en yakın sound'un olduğu bölüm de aslında bu bölüm. Belirli bir tema alt yapısı üzerine gitar ve ses doğaçlamaları ile yürüyen daha futuristik parçaların olduğu bölüm burası.
Bu bölümü tabii ki Louder Than Words ve diğer parçalar diye ayırmak gerek. Başta da yazdığım gibi bu albüm aslında biri 35 dk. civarında olan uzun ve epik bir parça ve Louder Than Words'den oluşuyor da diyebiliriz. Albüm boyunca Richard Wright kayığını hazırlıyor, ikinci bölümden itibaren albüm kapağında da olduğu gibi, bulutların üstünde sonsuza uzanan bir nehirde kayığı ile açılıyor ve bu son bölümde sonsuz ufukta gözden kayboluyor. Louder Than Words'de arkada bıraktıklarının onun arkasında söylediği şarkı. Louder Than Words bence Pink Floyd'un 80'lerdeki birleşmesinden sonra yaptığı en iyi parça. Gilmour'un parçanın sonuna doğru çaldığı solo ise bence Comfortably Numb ve Shine On Your Crazy Diamond'daki sololarından sonra en iyi solosu. Adamın en büyük özelliği korkunç temiz bir tuşeyle ve her notayı göstere göstere çalabiliyor olması zaten. Ama buradaki solosunda bending yaparken teli susturup tekrar bending yapmadan yaptığı slide ve bunu yaparken hiç bir boşluk vermemesi (anlatamadım tam olarak biliyorum ama dinleyin anlayacaksınız) bence ders olarak gösterilmeli tüm gitarcılara.
Bu soloya rakip olabilecek tek solosu da yine bu albümde. O da It's What We Do parçasında attığı solo ki orada da hiç bending yapmadan tel üzerinde o kadar temiz parmak slaydlar ile soloyu atıyor ki her nota ciğerine ciğerine batıyor. Gitarın tonundaki yumuşaklık ve tuşelerdeki temizlik karşısında sadece hayran olabiliyorsun adama. 68 yaşında, zaten idol olmuş ve müzikte yapılabilecek her şeyi yapmış bir gitarist hala yeni şeyler deniyor, yeni teknikler üretiyor, yeni tonlar arıyor. Bu yüzden, Gilmour'u ister beğen ister beğenme (mesela bana ilk 5 gitaristi say desen Gilmour'u saymam ama ilk 10'a koyarım) buna saygı göstermek ve bundan feyiz almak gerekir.
Bu albüm Pink Floyd'un en iyi, en mükemmel albümü değil. Öyle bir iddiası da yok ama kesinlikle arşivlik bir albüm. Pink Floyd'u ilk kez bu albümle dinleyecek birisi diğer albümleri dinlediğinde büyük ihtimalle her ikisinin aynı grup olduğuna inanmayacaktır ama şaşkınlıkla bir çok benzer riff'i, tonu, melodiyi duyacak ve tanıyacaktır. Bu albüm Pink Floyd'un 46-47 yıllık müzik hayatının her döneminden izler taşıyan, aslında konsept olarak da kabul edilebilecek, mistik, hüzünlü ve gerçekten dinlemesi zor bir albüm. Sizi ilk parçadan itibaren içeriye hapseden ve son parçaya kadar parçalar içinde kaybolmanıza yol açan bir albüm bu. Pek radyoluk ya da single çıkacak albüm değil ama Louder Than Words dışında Anısına, It's What We Do Allons-Y(1), Allons-Y(2) ve Talkin' Hawkin' parçaları bence radyoda gayet güzel gider. Albümde bu parçalara özel ilgi göstermenizi öneririm.
Yazı gene tuttu yolunu gitti ama sanırım bir daha yeni Pink Floyd albümü yazamayacağıma göre bu sefer bu kadarlık olsun (sanki diğer yazılarım kısaymış gibi). bence gidin alın bu albümü. Dinlemesi zor olsa da kesinlikle arşivlik.
Yorumlar
Yorum Gönder