Dükkan

Gaipten gelen fikirlere yazılan hikayeler - 3

Zamanın askıya asılmış ve artık giyilmeyen babadan kalma eski bir palto gibi askıda durduğu öğleden sonralardan biriydi. Sonbaharın bulutların arasında saklambaç oynayan güneşin son bir gayretle, artık ısıtmaktan çok esen rüzgara refakat dışında gücü kalmamış ışıklarını camdan dükkana ulaştırıyordu. Sokağın serinliği ile eşlikçisi güneşin rehaveti arasında koltuğumda pineklerken kapıyı açıp içeriye girdi "Selamün Aleyküm." diyerek. Simsiyah kaytan bıyıklarının gizleyeme çalıştığı yüzündeki çizgilere rağmen hemen 60'lı yaşlarda olduğu anlaşılıyordu. Tedirgindi. Her ne kadar gizlemeye çalışsa da, her halinden şehrin yabancısı olduğu anlaşılabilirdi. Kaykıldığım koltuğumda toparlanıp cevap verdim "Aleyküm selam."

Karşımdaki koltuğa buyur ettim. Oturdu. Ardından dünyanın en saçma sorusunu yönelttim ona: "Ne istemiştiniz?" Bir emlakçıdan insan ne isteyebilir ki? Bu dükkanın dünyaya kazık çakmayı başarabilmişler ile hala hayatın rüzgarıyla savrulanları bir araya getirmek dışında sunacağı başka ne olabilir ki? "Ne istemiştiniz?" lafa bak. Yüzüne mahcup bir gülümseme kondurarak bir dükkan aradığını söyledi. Oturduğu yerde elini, ayaklarını nereye koyacağına tam karar verememişti hala. Gergindi. "İlerideki handa bir dükkan gördüm. Camında sizin telefonunuz ve adresiniz yazıyordu. Gelip bir şartlarını öğrenmek istedim." dedi. İlerideki han? Garip adamın garip dükkanını mı kastetmişti? Emin olmak için sordum: "Şu arka sokaktaki eski handaki dükkan mı?" "Evet" dedi. Şaşırmıştım. Sahibi garip bir adamdı. Sadece bir kez görmüştüm. Gözleri ölü bir insanın gözleri gibi anlamsız bakardı. Beyazlamış kaytan bıyıkları, dik yakalı (hani Ata yaka denen cinsten) eski usul gömlekler üzerine yelek ve takım elbise giyen, cep saati kullanan, sanki eski Osmanlı zamanından kalmış gibi bir adamdı. Avukatı ile birlikte gelmiş, kiraya vermemiz için bir yıl önce anahtarı bırakıp gitmişti. Bir daha da hiç arayıp sormamıştı, ne avukatı ne de kendisi. Sonuçta iş işti ama o dükkanı da sahibini de ilk günden itibaren bir türlü sevememiştim. Sonunda kurtulacaktım ondan. Var olduğunu bildiğin ama kendi kendine unuttuğun bir gerçekten sonsuza dek kurtulma imkanıydı bu. Anahtarını epey bir süre aradım. Anahtarları astığım duvardaki çengellerden çoktan çıkarmıştım. Ancak, her var olan gerçeğin kendisini zamanı geldiğinde göstermesi gibi buldum sonunda o anahtarı.

Beraber dükkanın önüne gittik. Yıllardır boş olan dükkanın ağaç doğrama kapısı hala ayaktaydı ama pencerelerin çoğu kırılmıştı. 1900'lerin başından beri sanki hep bu şekilde duruyormuş gibiydi. Tam bir mezbelelikti. Dükkanın önüne geldiğimizde adamın o çekingenliği gitmişti bir anda. Dükkanı kendisi açmak istedi. Anahtarı verdim. Paslanmış kilitle biraz uğraştıktan sonra ahşap kapıya omuzuyla şöyle bir yüklendi ve kapı açıldı. Karanlık dükkana girip şöyle bir etrafına baktı. Sonra bana dönüp; "Burayı tutmak isterim. Şartları nedir acaba?" dedi. Bilmiyordum ki. Esen serin sonbahar rüzgarını birden iliklerime kadar hissettim dükkanın sahibi o adam ve avukatı aklıma gelince. "Dükkana dönelim." dedim. "Sizi buranın sahibi ile tanıştırayım, konuşun kendi aranızda." İçimde bir ses bugün bu dükkanın anahtarından kurtulacaksın ama dükkandan kurtulamayacaksın diyordu. Ahşap kapıyı kilitledi. Beraber benim dükkana doğru yokuşu çıkmaya başladık.

***

O gün dükkan kiralandı ama ben dükkandan kurtulamamıştım. O ses doğru söylemişti. daha önce böyle bir kira sözleşmesini görmüş ne de duymuştum. Her ay karşılığında bir yılı mal sahibine verecekti adam. Ben de her ay dükkan açık mı diye kontrol edecektim. Avukat elinde tuttuğu içi deste deste para dolu çantayı masama bırakmasaydı hayatta kabul etmezdim böyle bir sözleşmeyi. Çantada o kadar çok para vardı ki dükkanı kurduğum günden beri kazandığım tüm paradan fazlaydı. Tekin ama işini bilen bir adam olduğu her halinden belliydi. Çok uzun boylu, elmacık kemikleri yüzünü kaplayacak kadar zayıf, iri burunlu, fasulye sırığı gibi bir adamdı avukat. Mal sahibi ise sessizdi. Gerekli her şeyi avukat söylüyordu. O ise sessizce bir koltuğa oturmuş, bir eliyle bastonunu tutarak dikkatle herkesi izliyordu sadece. O ana kadar hiç isimlerini sormamıştım nedense. Kontrat imzalanırken öğrendim her ikisinin de ismini: Agah ve Sürel. İmzalar atılınca, Agah Bey bastonuna tutunup oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Sürel'e döndü ve elini uzattı. "Hayırlı olsun. Ancak, ödeme bir gün bile gecikirse maalesef kontrattaki cezayı uygulamak zorunda kalırım." dedi. Sonra bana dönüp ekledi: "Aynı şey sizin için de geçerli." Sonra... Sonra büyük bir sessizlik. Sanki o an oradaki havanın tümünü emmiş ve herkes ölmüştü. Gözlerinin derinliğinde parlayan korkunç bir ışık vardı. "Artık bu iş bittiğine göre gidebiliriz değil mi?" diye sordu avukatına sonra. Avukat, elmacık kemiklerinin üstündeki çukurda kaybolmuş karanlık gözleriyle bize baktı bir şey söylemeden. Ardından, masadaki kontratın bir nüshasını alıp kendi çantasına koydu ve dönüp "Gidebiliriz, Agah Bey." dedi. Beraberce kapıya yöneldiler. Avukat kapıyı açtı. Tam kapıdan çıkarken Agah Bey döndü: "Bir sorun olursa, ama her ne sorun olursa olsun, lütfen ofisime uğrayın ve benimle konuşun. Olur mu? Dükkanım zaten bu dükkanın bir kat üstünde." Kapı açık olmasına rağmen yine nefes alınamaz hale gelmişti dükkan. Bu sefer, sadece mekanın değil dünyadaki tüm havayı içine çekmişti. Cevabı bile beklemeden dışarı çıkmışlardı. Mekana hava doldu yeniden. Sürel'in yüzünde engellenemez bir gülüş vardı. Ancak, gözlerinden olacakları bildiğini görebiliyordum. Dükkandan kurtulamamıştım ama para dolu çanta bendeydi. Neden zaten aynı handa iken benden adamı kontrol etmemi istemişlerdi ki? Ama güzel para vermişlerdi sonuçta. Dükkandan kurtulamadıysam da güzel paraydı sonuçta.

Sürel, 10-15 gün içinde dükkanı bambaşka bir yer haline getirdi. Temizledi, boyadı, kırık pencereleri yeniledi, içeriye uzunca bir tezgah ve bir sürü raf yaptırdı. Cama da "Sürel'in Saat Evi" yazdı. Kendi dükkanıma giderken yolumun üzerinde olsa bile özellikle zorunlu olarak yapmam gereken aylık ziyaretler dışında hiç uğramak istemiyordum oraya. O mezbeleliği çok güzel ve ferah bir saat tamir dükkanı yapmış olmasına rağmen içimdeki o daralmayı engelleyemiyordum. Saatçinin önünden geçerken bazen avukatın korkunç bir hayalet gibi dükkana girişini ya da çıkışını görürdüm. Her şey yolunda gibiydi. Kim kime nasıl ödeme yapıyor, Sürel Agah Bey'e verdiği sözü nasıl tutuyor hiç umurumda değildi. Her ay bir kez ziyaret ediyordum. Ertesi gün ise avukat gelip bana bir çanta içinde deste deste para getiriyordu anlaşmada yazılı olmasa da. Bir emlakçı için en önemli şeyin meraklı olmamak olduğunu öğrenmiştim daha işe ilk başlarken. Yine de, bazı bilgilerin her zaman doğru olmadığını öğrenmem gerekecekti.

***

O sabah da yine Sürel'in saatçisinin önünden geçtim. Dükkan kapalıydı. Bazen geç açardı dükkanı zaten. Önemli bir şey değildi. Kendi dükkanıma vardığımda yandaki bakkalın çırağı elinde iki zarfla geldi. "Abi, şu aşağıdaki saatçi biz açarken bıraktı bunları. Sana vermemizi söyledi." dedi. Zarfların biri açık diğeri ise kapatılmıştı. Dükkana girdim. Açık olan zarfın içinde kısa bir not vardı: "Lütfen, kapalı zarfı dikkatle saklayınız. Size geldiğimde açmanızı isteyeceğim. O zamana kadar lütfen bu mektup ve nottan kimseye bahsetmeyiniz ve çok iyi saklayınız. Mutlaka uğrayacağımdan emin olunuz. Sağlıcakla." Boynuma sarılan bir elin boğazımı sıkmaya başlaması gibi nefessiz kalmıştım bir anda. Kapalı zarfı ve notu elime alıp öylece baktım. Atmalı mıydım, yoksa saklamalı mıydım? Gözüm önce masanın altındaki çöp kutusuna takıldı. Ardından elimdeki zarf ve nota baktım. Gözümün önüne Sürel'in dükkanıma geldiği günkü o ürkek, saf hali geldi birden. Düşünmeden, en alttaki gizli çekmecemi açtım ve notu, zarfı yerleştirip çekmeceyi kapattım. Kafamı kaldırdığımda avukatın dükkandan içeri girdiğini gördüm. "Sürel Bey buraya uğradı mı?" diye sordu. Kapıda dururken ardından vuran yaz güneşi ile birlikte yüzü kapkara ve korkunç gözüküyordu. Nottan ve mektuptan söz etmeli miydim? Avukatın yay gibi gerilmiş vücudu ve elmacık kemikleri üstünde gömülmüş göz çukurlarında parlayan gözleri o kadar korkunçtu ki donup kalmıştım. Zayıf bir sesle "Hayır." dedim. Kendi sesimi ben bile duymamıştım sanırım ama o duydu. "Teşekkür ederim." dedi ve dükkandan çıktı. Agah Bey'in kapıdan çıkarken söyledikleri kulağımda yankılanıyordu: "Bir sorun olursa, ama her ne sorun olursa olsun, lütfen ofisime uğrayın ve benimle konuşun. Olur mu? Dükkanım zaten bu dükkanın bir kat üstünde."

Akşam oluncaya kadar ne yapacağımı bilmeden koltuğumda oturup düşündüm. Ne yapacaktım? Sürel iyi biriydi ama ya Agah? Neler oluyordu acaba? Neredeyse iki yıldı hiç bir sorun yaşanmamıştı. saatçi dükkanına gittiğimde Sürel gözüne kıstırdığı bir büyüteçle önünde duran bir saati tamir ediyordu. Hiç müşteri görmüyordum ama hep tamir edeceği saatler oluyordu önünde. Demek ki, iyi kötü dükkanı döndürüyordu. Zaten, para ile değil anlamadığım bir şekilde ödüyordu her şeyi Agah Bey'e. Peki ne olmuştu? Ya da gerçekten bir şey olmuş muydu? Agah Bey'in söylediği sorun böyle bir şey miydi? Neler oluyordu? Ya benim başıma da bir şey gelirse? O çanta dolusu para iyiydi ama ya sorun olmuşsa ve ben anlamamışsam. Avukat canıma okur muydu?

Akşamüstü kararımı vermiştim. Agah Bey'i ziyaret edecek ama mektup ve nottan bahsetmeyecektim. Önce durumu anlamak gerekliydi. Dükkanı kapattım ve saatçi dükkanının olduğu hana girdim. Hanın içinde büyükçe bir açık avlu vardı. Avlunun sonundaki merdivenden üst kata çıkılıyordu. Handaki tüm dükkanlar boştu. Tek dolu dükkan Sürel'in dükkanıydı. Bir de Agah Bey'in ofisi tabii ki. Yukarı çıkıp Agah Bey'in ofisinin kapısını çaldım. "Geliniz." diye bir ses duyuldu içeride. Kapıyı açtım. Bir çıngıraklı zil sesi doldurdu içeriyi. İçerisi bir sürü raf ve raflarda kitaplarla doluydu. Ofise girer girmez aslında üst kattaki tüm odaların birbiriyle bağlı olduğunu ve hepsinin de raf raf kitaplarla dolu olduğunu fark ettim. Karşımda ahşap ve camdan çok eski, antika bir tezgah vardı. Agah Bey elinde çok kalın, büyük ve çok eski bir kitapla bu tezgahın arkasında bir sandalyede oturuyordu. Kitabı yavaşça kapattı ve yanında duran bastonuna tutunarak ayağa kalktı. O güne kadar görmediğim bir nezaket ve sevecenlikle "Hoş geldiniz." dedi. Şaşkındım. Zorlukla "Hoş buldum." diyebildim. Ne elimi, kolumu ne yapacağımı bilebiliyordum. Bulunduğum yerin nasıl bir yer olduğunu, burada ne tür bir iş yapıldığını anlamaya çalışıyordum. İçerisi sanki yüzyıllardan beri böyleydi. Ürkütücü ama bir o kadar da büyüleyici bir yerdi. Agah Bey, çok yumuşak bir şekilde; "Açıkçası geldiğinize sevindim. Buraya pek gelen olmaz. Bir sorun mu var?" diye sordu. "Bilmiyorum. Avukatınız sabah gelip Sürel'i sordu da. Merak edip gelmeye karar verdim." dedim. Agah Bey'in yüzünde bir tebessüm ile bana baktı. Bir şey söyleyecekti sanırım ama söylemedi. Ben de bulunduğum yeri algılamaya çalışıyordum hala. Söyleyecek başka bir şey gelmiyordu aklıma. Halbuki, emlakçılık demek konuşmak demektir ama o an aklıma konuşacak hiç bir şey gelmiyordu.

Agah Bey gülerek; "Burası neresi? Burada neler oluyor merak ettiniz değil mi?" diye sordu. "Evet." dedim. "Ben kelime satarım." dedi Agah Bey. Kelime satmak? Hiç bir şey anlamamıştım. "Anlamadınız değil mi? Normal bir şey bu. Kendinizi zorlamayınız. Size anlatayım. Burada dünyadaki tüm kitapları bulabilirsiniz. Buradaki kitaplardan kelime bulamayanlara kelimeler bulur satarım. Siyasetçiler, yazarlar, iş adamları. Herhangi biri bir konuda bir kelimeye ihtiyaç duyar ama onu bulamazsa ben yardım ederim." dedi ve ekledi: "Herkesin ihtiyacı olan ve bulamadığı bir kelime vardır. Ama az ama çok." Sanki anlamlandıramadığım bir rüya içindeydim. Anlayamıyordum gerçekten. Kelime satmak? Neyin karşılığında? Neden? "Çok para kazanmışsınızdır." dedim. Güldü. "Hayır. Para ile satmam kelimeleri." dedi. Gülüşüyle birlikte rahatlamıştım ama iyice afallamıştım. "Nasıl yani? Para almadan nasıl yaşıyorsunuz peki? Gayet de zengin birisine benziyorsunuz?" dedim. Keskin bir kahkaha attı. İç ürpertici, sanki yüzyılların içinden gelen bir kahkahaydı. Üzerimden attığım o korku ve gerginlik geri gelmişti o kahkahayla. "Evet, zenginim." dedi. "Kelimeleri bir iyilik isteme hakkına satıyorum. Ha, bir de sattığım kelimeleri bana karşı kullanamazsın. Ne yazılı, ne sözlü. O iyilikler sayesinde çok uzun yıllardır bir çok şeyin de sahibi oldum istemesem de. Buna zenginlik diyorsanız, evet oldukça zenginim." "Ya kullanırlarsa?" diye sordum bilinçsizce. "Bunu hiç istemem ama tüm kelimelerini alırım ellerinden. Çünkü anlaşma böyle ve anlaşmalara uymak ana prensibimdir." dedi gözlerini kısarak. Artık gülmüyor ya da sırıtmıyordu. Sonra, arkasını dönüp "Hoş geldiniz Avukat Bey? Nasılsınız?" dedi. Döndüğümde tam arkamda avukat zangoç gibi yaylanarak karanlık yüzüyle karşımdaydı. Kapıdaki çıngırağı hiç duymamıştım halbuki. Nasıl içeri girmişti de farkına varmamıştım ki? "Tahsilatlar tamam mı?" diye sordu Agah Bey avukata sanki ben orada değilmişim gibi. Avukat karanlık bir gülüşle çantasını açtı ve bazı belgeler çıkartıp antika tezgahın üstüne bıraktı. Bir şey söylemedi. Agah Bey belgelere baktı. "Tamam. Elinize sağlık." dedi avukata. Sonra bana dönüp; "Sebebi ziyaretinizi söylemediniz hala?" dedi. Sonra durdu, "Ha. Avukatımın geldiğini söylemiştiniz.". Avukatına dönüp; "Bir sorun mu var Avukat Bey?" diye bu sefer ona sordu. Avukat karanlık gözleriyle bana bakıp "Sürel Bey bugün dükkanı açmadı. O yüzden merak etmiştim." dedi. Gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. "Bilemiyorum ki." dedim. "Belki hastadır. O yüzden açmamıştır bugün." dedim. Bir şeylerin ters gittiği belliydi. "Bize izin  verirseniz bazı konular görüşeceğiz Avukat Bey ile baş başa. Bu arada, siz de kitaplara bakabilirsiniz." dedi Agah Bey. Çok gerilmiştim. Bir şeyler ters gidiyordu ve ne olduğuna dair hiç bir fikrim yoktu. "Yok ben yeteri kadar rahtsız ettim. Gideyim, sonra tekrar uğrarım." dedim. Selamlaştık ve çıktım. Kapıdan çıkar çıkmaz serin havayı yüzümde hissettim. Saatime baktığımda şaşkındım. İçeride en az yarım saat geçirmiş olmalıydım ama saat öyle söylemiyordu.

***

Ertesi gün Sürel yine dükkanını açmamıştı ben geçerken. Bir terslik vardı ama hala ne olduğunu anlayamıyordum. Kendi dükkanımın önüne geldiğimde genç bir kadının kapının önünde beklediğini gördüm. Üzerinde beyaz bir yaz elbisesi, siyah güneş gözlükleri, omuzunda büyük bir hasır çanta ve büyük bir hasır şapkası vardı. Bu mahallede pek görülebilecek birisi değildi. Kapıyı açmak için kapıya elimi attığımda yanıma yaklaştı ve "Beni Sürel gönderdi." dedi. Kapıyı açtım ve dükkana buyur ettim. "Sizde olan mektubu açmanızı söylemek için geldim." dedi kadın. O kadar güzeldi ki ne söylediğini hayal meyal duyabiliyordum. Sanki dükkanımda güneş ayrıca ve yeniden doğmuştu. Kadın, "Mektubu okuyabilir miyiz?" diye tekrarladı. Otomatik olarak elimi çekmeceye uzattım. Okuduğum not aklımdan uçup gitmişti. Mektubu çıkardım ve kapalı olan zarfı açtım. İçinden bir mektup ve bir başka kapalı zarf çıkmıştı. Tam mektubu sesli olarak okumaya başlayacaktım ki yere vuran baston sesiyle irkildim. Agah Bey ve avukat kadının yanında duruyorlardı. Agah Bey kadına dönerek "İyilik borcunuzu ödediniz. Artık benden aldığınız kelime tamamen size ait." dedi ve sırıtarak ekledi, "Tabii ki bana karşı kullanmadığınız sürece." İşlerin sarpa saracağı belli olmuştu. Kadın, beyaz elbisesinin etekleri uçuşarak hiç bir şey söylemeden kapıdan çıktı. Artık, Agah Bey, avukat ve ben yalnızdık. Dükkana doğan güneş yerini koyu bir karanlığa bırakmış gibiydi. Sabah güneşinin keskin ışığı bile dükkanın içine giremiyordu sanki. Agah Bey bir koltuğa oturdu ve "Lütfen mektubu okuyunuz. Merak etmeyin. Sorun sizinle ilgili değil. Durumunuzu anlıyorum." dedi sakin ve güven verici bir sesle. Şaşkındım. İçeride hava kalmamıştı ama hala yaşıyordum. Avukat da kadının ardından kapıyı kapatıp Agah Bey'in karşısına oturdu. Kısık ama kendinden emin bir sesle "Evet. Başlayabilirsiniz sanırım." dedi. Kaçacak bir yer yoktu. Mektubu sesli şekilde okumaya başladım.

"Merhaba,

Bu mektubu sesli okuyorsanız sanırım sizin de başınızı belaya soktum. Dükkanda tezgahımın üstünde duran saati Agah Bey'e veriniz. O bu ayın kira ödemesidir. Dükkanda kalan diğer her şeyi satabilirsiniz. Sanırım en azından size yarattığım sıkıntının küçük bir kısmını karşılayacaktır. Yardımlarınız için teşekkür ederim.

Agah Bey,

Sanırım bu mektubu dinliyorsunuz. Size hediye ettiğim kitapta sizden satın almış olduğum kelimeleri kullanmış olmam anlaşmamızı bozdu sanıyorum. Ancak, teslim alacağınız bu saat ile sanırım toplamda 20 yıllık bir zamanı size bahşetmiş bulunuyorum. Anlaşmamıza sadık kalarak size tüm resmi kimliklerimi zarfın içinde gönderdim. Zira, "Dili olmayan bir insanın vatanı olmaz. O yüzden sadece kelimeleriniz almak değil kimliğinizi de almak durumunda kalırım bu kelimeleri bana karşı kullanırsanız." demiştiniz. Umarım, kızıma yazdığım mektubun ona ulaşması anlaşmamıza dahil değildir. Zira, o mektubu size kitabımı göndermeden önce yazmıştım. Ancak, tüm kelimelerimi kaybetmeye hazır değilim. O yüzden, sizden biraz zaman rica ediyorum. Bunu anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.

Saygılarımla,

Sürel"

Başımı mektuptan kaldırdığımda avukatın karşımda durduğunu gördüm. Gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. Masama o garip sonbahar günü imzalanan kontratı bıraktı ve mektubu elimden aldı. Agah Bey düşünceli bir şekilde bana bakıyordu. Bastonuna şöyle bir dayandı ama ayağa kalkmadan söze başladı: "Dostum, durumunuzu anlıyorum ama sanırım kontratın şartlarına uymadınız. Bu durumda, cezasını da ödemekle yükümlü olacaksınız maalesef." Sesi buz gibiydi. Avukat, "Bizimle gelmeniz gerekecek." dedi. Daha ben "Ne oluyor?" demeden avukatın ağzıma uzattığı mendille kendimden geçmiştim bile.

***

Gözlerimi açtığımda eski bir deponun içinde bir sandalyeye bağlı haldeydim. Ağzım batla kapatılmıştı. Karşımdaki sandalyede ise Sürel oturuyordu. O da benim gibi bağlanmış ve ağzı kapatılmıştı. Loş deponun içine giren tek ışık çatının hemen altında açık olan iki küçük camsız ve çerçevesiz pencereydi. Böyle bir durumda insanın aklına ilk olarak çığlık atmak geliyor ama ağzınız kapalıyken yapamıyorsunuz bunu. İniltiye benzer garip bir ses çıkarabildim sadece. O da deponun küflü duvarlarında solup, kayboldu. Bu sırada, yine o uğursuz baston sesi içeride yankılandı. Agah Bey elindeki bastonu ile ikimizin arasında durmuştu. Yanında her zamanki gibi avukat duruyordu. Diğer yanında ise o gün beni tuzağa düşüren güzel kadın vardı. Bu sefer sarı, efil efil bir elbise giymiş, saçlarını arkadan topuz yapmıştı. Tıpkı 1950'lerin, 60'ların filmlerindeki akrtristler gibiydi. Avukat yavaşça Sürel'in yanına gidip ağzındaki bandı çıkardı. O an Sürel'in de gözlerini bu kadından ayıramadığını gördüm. "Kızım..." dedi sadece. "Kızım...." Agah Bey, donuk bir sesle; "Bence daha fazla konuşmamalısınız Sürel Bey. Bu sizin aleyhinize." dedi. Sürel; "Neden ondan kelime aldın kızım?" diye sordu kadına. Kadın sessizdi. Gözlerinden incecik bir yaş süzüldü ama konuşmadı. Agah Bey; "Kızınız konuşamaz Sürel Bey." dedi aynı donuk ve soğuk sesle. "Kızınız bildiği tüm kelimeleri benden öğrendi çünkü. O büyük bir yazar oldu. Kadim hayatımdaki tüm kelimeleri ona sattım ve ondan tek bir iyilik istedim. O da sizi kollaması. O da kelimeler uğruna sizi bana getirdi. Keşke siz de kızınız gibi yapsaydınız. Kitabınızı bana yollamasaydınız. Ancak, anlaşma anlaşmadır." dedi. Tavana yakın pencerelerden gelen ışıklar kadının gözlerinden akan yaşların üzerine düştüğünde her bir damlanın hüzünle parladığını görebiliyordunuz. Avukat cebinden bir şırınga çıkartıp Sürel'in ensesinden zerk etti ve saatine bakmaya başladı. Avukat bir süre saatine baktıktan sonra kapıya doğru yöneldi ve gözden kayboldu.

Agah Bey, yavaş adımlarla karşıma geçti ve ağzımdaki bandı çıkardı. Ardından, sakin ama ürkütücü bir sesle konuşmaya başladı: "Size gelince sayın emlakçı. Anlayabileceğiniz gibi size bugüne kadar yaptığınız ödemeleri geri almak durumundayız. Çünkü, size bir sorun olduğunda benimle konuşunuz demiştim size. Ancak, siz böyle yapmadınız. Konuşmaya korktunuz. Taahhüdünüzü yerine getirmediniz." Açıkçası o an düşündüğüm tek şey oradan çıkmaktı. Sessizce beklemek en doğrusuydu. Agah Bey devam etti: "Merak etmeyin. Sürel Bey gibi sizin kelimelerini almayacağız sadece hak etmediğiniz o ödemeleri geri ödeyeceksiniz o kadar." Önümden çekildiğinde avukat elinde evrakla karşımdaydı. Bana dönüp "Bunları imzalarsanız buradan hemen gidebilirsiniz." dedi. Hafifçe başımı onaylar şekilde salladım. Avukat, sağ elimi çözdü ve evrakı okumaya bile gerek duymadan imzaladım. Avukat beni çözdü ve evrakın bir nüshasını bana verdi. "Gördüğünüz gibi gayet insaflıyız. Her ay size yaptığımız ödeme kadar bize ödeme yapmanız yeterli olacak, merak etmeyin." dedi.

Ayağa kalktığımda kadının Sürel'i bir tekerlekli sandalyeye koyduğunu gördüm. Agah Bey ona dönüp; "Meral Hanım, babanız için üzülmeyin ama kimsenin kullandığı kelimeleri öğrendiği kişilere satmasını onaylayamam. Babanız bile bile bunu yaptı. Onu uyarmıştım. Sizin gibi o da sözümü dinlemeliydi. Kelimeler kadimdir, tıpkı benim gibi. Tarih olduğundan beri burada yaşıyorum ve bildiğim tek şey anlaşmaların önemli olduğudur. Beni acımasız bulabilirsiniz ama değilim. Bunu anlamak için benim gibi çok uzun yıllar, tarih kadar uzun yıllar yaşamanız gerekir gerçi ama acımasızlık insanın kelimelerini almak değil kelimeleri insansız bırakmaktır. Babanız, bana 20 yıl hediye etti, şimdi bir başkasından yeni yıllar alarak devam edeceğim. Böylece, kelimeleri yaşatabileceğim. Bunu ancak ölürken anlayacaksınız." dedi. Kadın anlamsız ve boş gözlerle baktı Agah Bey'e. Sonra, sessizce Sürel'i tekerlekli sandalyeyle ittirerek depodan çıkardı.

Depodan çıkarken tüm cesaretimi toplayarak arkama dönüp Agah Bey'e "Peki saat?" dedim. "Onun hiç kıymeti yok muydu sizin için?" Agah Bey düşünceli, bana doğru baktı: "Sürel saati tamir etti. Artık benim ömrüm ebediyete kadar sürecek. İzin verseydi ona da tüm kelimelerin sonsuzluğunu sunacaktım ama o bunu tercih etmedi. Daha fazlası ise sizi alakadar etmez, emlakçı bey."

Depodan çıktığımda serin bir yaz akşamı çökmek üzereydi. Biraz ilerimde kadın Sürel'in tekerlekli sandalyesini ittirirken sessizce bir şeyler mırıldanıyordu. Yanlarından geçerken bir tek şu sözü duyabildim: "Ah baba. Benim için değer miydi?"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akreplerin İstilası - Scorpions İstanbul'da

Wishbone Ash İstanbul'daydı...

Megadeth'in İstanbul Macerası