Reis ve Rakı

Denizin karaya benzemediğini öğrendiğimde pek büyük sayılmazdım. Daha yatılılığımın ilk yılında öğrenmiştim bunu. Karadeniz'in azgın suları öğretmişti bana. Evci çıktığım evin akrabasıydı Hamdi Reis. Bir hafta sonu gelip "Balık mevsimi bitmeden bir balığa çıkalım Hüsnü." demişti Hüsnü Amca'ya. Hüsnü Amca, benim evci çıktığım evin sahibiydi. Her Karadenizli gibi karada yaşasa da aklı hep denizde bir adamdı. Ne zaman denize çıkası gelse de bir türlü karayı terk edemese kendine çay bardağında rakı koyar evin en diplerindeki klarnetini çıkartır üflerdi. O sayede Si bemol klarnette karadeniz ağıtlarının daha bir içli olduğunu öğrenmiştim daha 12 yaşımda.

İşte o hafta sonu verilen kararla ilk kez çıktım denize. Hüsnü Amca'nın sıcaktan terlerken neden zorla çantama kışlık kazağı tıktığını ancak kara görünmez olunca anlayacaktım. Bir de yedek pantolonu tabii. "Deniz kara görünmeyince başlar." demişti Hamdi Reis, o gün tekneye binip açılmaya başladığımızda. Tipik bir karadeniz balıkçı teknesinin üst katında, reisin tekneyi idare ettiği küçük kaptan köşkünde oturuyorduk. Sabahın serinliğini kırmak için de koyu demli çayla dolu ince belli bardaklarımız elimizdeydi. Kara gözden kayboldu, ağlar denize salındı ve nafile daire çizilmeye başlandı yavaş yavaş. Bize yalandan işler verdiler bütün gün. Şu halaskarın ipini tut, şunu getir, bunu götür. Ta ki, Hamdi Reis durup "Ağları toplayalım, patlayacak hava" dediği zamana kadar güzeldi her şey. O bunu söylerken ufukta sıcaktan bunaltan bir güneş ve meltemden hallice bir rüzgar dışında hiç bir şey yoktu. Biz, ağları toplamak için tekneyi yerleştirip ağ çekinceye kadar patladı hava. Deli bir yağmur, adam boyu dalgalar ile hepimiz sırılsıklamdık. Üst baş değişti ama o zaman denizde olmanın ne demek olduğunu anladım. Hiç bir engeli olmayan rüzgar vücudunun da içinden geçiyordu sanki. Hamdi Reis alttaki küçük yemekhanede bir koltuğun oturma yerini kaldırdı havaya. Altında şişe şişe rakılar duruyordu. Bir tanesini aldı eline ve tayfalardan birine uzattı. "Herkese dağıt bakalım" dedi. Önümde ince belli çay bardağının yarısını dolduran susuz rakı duruyordu. Ben ise ne yapacağımı bilemeden bardağa bakıp titremeye devam ediyordum. "İç" dedi Hamdi Reis. "Isınırsın, iç." Hüsnü Amca'da güldü. "İç oğlum. Başka şey ısıtmaz seni. Bak tir tir titriyorsun." deyince diktim kafama bardağı. Hayatımın ilk içkisini işte o teknede Karadeniz'in ortasında kalınan bir fırtınada içmiş oldum. İşte o gün anladım balıkçı teknelerinde rakının kumanyadan sayıldığını.

Sonra, yıllarca sevmedim rakıyı. O kadar kabarmış denizde susuz rakı pek iyi gelmiyor insana. Hele o yaşta. Deniz tutmasa rakı, rakı tutmasa deniz tutuyor insanı. Kokusunu duyunca bile aklıma o gün gelirdi hep. O gün ve keskin deniz kokusu. Uzunca hiç içemedim rakı. Votka, şarap ve birayla aram iyiydi Tanju Okan gibi ama rakıyla olmuyordu işte. Memlekete dönüp de yüzümün sivilceleri bağımsızlığını ilan ettiğinde başladım evin yakınındaki balıkçı barınağına gidip gelmeye. Barınak dediğime de bakmayın. Derme çatma tahta bir kulübe ve önünde bağlı 3-4 tane sandal. Bir de Reis'in motorlu teknesi. Çokça Reis dışında kimseler olmazdı orada. Reis'in asıl ismini hiç bilmedim ben. 60'lı yaşlarında, yanık tenli, beyazlamış pala bıyıklı, aslan yelesi gibi beyaz saçlı insan irisi bir adamdı. Bir döşek, bir piknik tüpü, bir kaç kapkacak, eski bir radyo, bir pikap, bir kaç 45'lik, ağlar, ipler. Hepsi bu kadardı barakanın içindekilerin. İzmir baharı gelince Reis'de orada kalmaya başlardı. Bir tek kış olmazdı pek. O da bir iki ay işte. İzmir'in kışı o kadardı sonuçta. Neden gitmeye başladım o barakaya onu da hatırlamıyorum pek. Gençlik hatırası olsun da bir gün belki yazarım diye miydi acaba? Bu kadar rezil şekilde yazmayı hayal etmemişimdir kesinlikle.

Reis ilginç adamdı. Çok konuşmazdı. Akşamüstü oldu mu ince belli çay bardağına rakısını koyar, radyoyu açar, denizin kenarında demlenirdi her gece. Bazı geceler ise bir yerlerde balık olduğunu duymuşsa gece çıkardı ava. O zaman da çıkmadan önce içerdi rakısını. İnsan bir şeyi yapmayı kafaya koyduysa yapar. O zamanlar sokak şarapçılarının peşinde berduşluk yaptığımız zamanlar. O yüzden, en köpek öldüreninden şarapları kapıp gittim yanına. Yüzündeki o hafif alaycı, hafif şaşkın ve babacan ifadeyi unutmam hiç. "O ne?" dedi sırıtarak. "İçeriz diye getirmiştim." dedim. "Bırak şuraya" deyip kulübenin köşesini gösterdi eliyle. Sonra kalktı, bir çay bardağı aldı ve yarısına kadar rakıyla doldurup sehpası masaya bıraktı kendi bardağının karşısında. "İçeceksek bunu içelim."

O şaraplar ne kadar orada kaldı bilmiyorum. İnce bellinin üstüne su koymak için gözlerimle su aradığımı gören Reis gülerek "İçeceksen adabıyla içeceksin bu meredi." demişti. Adabıyla içip adabıyla sarhoş olmuştum o gece, cızırtılı radyosundan yurttan sesler korosu türküler söylerken. İzmir'in Kavakları çalınca Reis'in yüzü kararmıştı şöyle bir. "En güzel Müzeyyen Senar söyler bunu." demişti. Ben de atlamıştım "Ama Tolga Çandar'da güzel söyler."

O geceden sonra haftada bir kaç kez ziyaret eder oldum Reis'i. Artık nevalede ne taşınacağını bilerek bir 70'lik ve 3 paket uzun Samsun ile dayanıyordum barakanın kapısına. Reis de alışmıştı. "Hoş geldin çocuk." diye gülerek karşılardı beni. Çocuk lafına sinirlendiğimi bilirdi. Dudağından hiç düşürmediği Uzun Samsun'u ile sararmış dişleri ve bıyığı arasından hin bir sırıtıştı ama gözlerindeki o parlamaydı asıl hoş geldin diyen. Yeşim'in intihar ettiği günün gecesi de gitmiştim yanına. Bornova Büyük Park'ın orada çatı katındaki öğrenci evinin terasından atmıştı kendini aşağıya. Başında o kadar nöbet tutmamıza rağmen yapmıştı işte. O gece nasıl gitmişsem yanına ilk kez sırıtmadı bana Reis. Oturduğu tabureden kalkıp iki ince belli aldı masaya koydu. Yarılarına kadar rakıyla doldurdu sessizce. Ardından "Şunları içelim de bir balığa çıkalım seninle gece" dedi.

Bir saat sonra Reis'in teknesiyle Narlıdere'nin az ilerisinde açıkta elimde tek kurşunlu, tek iğneli bir misina olta ile tekenin kıçında İzmir'in ışıklarına bakıyordum boş boş. Yanımızda ince belli bardaklarımız ve rakımız vardı bir de. Reis arada, "Böyle vurmadı. Bir daha at bakalım." demese öylece bir ömür oturabilirim gibi geliyordu bana. Şimdi biliyorum oturamazdım ve oturmayacaktım ama o zaman Reis "Balık yok bugün fazla. Hadi Raif'in Yeri'ne gidip şu 3 taneyi de boşa gitmesin bari." demese sonsuza kadar orada oturacakmışım gibi hissediyordum işte.

Tekneyi Narlıdere'de Reis'inkinden hallice bir barakanın önündeki derme çatma iskeleye bağladık. Kovada 3 balık (Sardalya'ydı sanırım. Hala tam bilmem balık adlarını) ile 17'lik bir yeni yetme ve 60'ını çoktan geçmiş Reis barakanın arkasında tahta sebze kasalarından yapılma 3-5 masa ve taburelerin olduğu bir yere girdik. Bir kablonun ucuna sıralanmış bir kaç 100'lük ampul, hangi zamandan kaldığını bilinmeyen bir pikap ve radyo, küçük bir mangaldan ibaretti Raif'in Yeri. İçeri girdiğimizde (içeri derken taşlık kumsalda sınırları masalara göre senin belirlediğin öylesine bir yerdi işte) iki masada geçkin balıkçılar rakılarını içiyorlardı. Reis'i saygıyla selamladılar ayağa kalkıp. Belli ki Reis saygı görüyordu burada. Reis, "Raif!" diye seslendi; "Şu balıkları yap bakalım adam gibi. Genç bizdendir. Bize rakı gönder. Ama adabıyla."

Yeşim'in ölümünü, işkenceden bitmiş vücudunu, tecavüz edildiği günü unutuncaya kadar içtim sessizce. O güne kadar ben anlatmıştım Reis dinlemişti, o gece Reis anlattı ben dinledim. Nasıl sıkmışlar oğlunun kafasına bir gece vakti, kızı nasıl hayırsız birisi ile evlenmiş, oğlu doğarken açık denizlerde haber almak için nasıl uğraşmış, emeklilik nasıl zor geliyormuş, kara hayatına neden alışamamış hepsini anlattı o gece. Rakımız bitince kalkıp tekneyle Bostanlı'ya döndük. Deniz ayıltmıştı beni. Suçluluk duygumu yenmiş miydim bilmiyorum ama sanırım onu nasıl taşıyacağımı öğrenmiştim.

O gençlik zamanımda votkayı severdim ben. Kokusuz, sinsi, evde, okulda anlaşılmaz. Hala da severim votkayı. Ama rakıyı içmeyi böyle öğrendim ben. Rakyı içerken çaydanlığın ateşten kalkamayacağını, şekersiz çayın can olduğunu da. Şimdi su katıyorum rakıya artık. Sulandırmadan geçmişteki hikayelerin yükü çekilmiyor çünkü. Reis hep "Rakı muhabbetle güzeldir ama insan kendiyle de muhabbet etmeyi öğrenmeli." derdi. daha sonra çok gittim Raif'in Yeri'ne. Reis'le de tek başıma da. Şimdi ise o barakaların, o muhabbetlerin yaşandığı yerlerden otoyollar, lüks siteler var dizi dizi. Ben can derdiyle memleketten zoraki ayrılmak zorunda kaldıktan sonra değişmiş her yer. Bir yıl sonunda kafama dayalı bir tabanca ve yalandan bir mahkeme önünde bir dost kurtardı beni. Ama uzun süre gitmedim memlekete. Reis ne yapıyor bilmiyorum. 25 yıl geçti. Yaşıyorsa, Soğukkuyu'daki bahçeli gecekondusu çoktan kentsel dönüşüm ile bir apartman olmuştur. Denize çıkamadığı, bahçesi olmadığı için kahrından ölmüştür sanırım. Ben ise İzmir'i İstanbul ile aldattım. İstanbul tam bir yosmadır. Her isteyen ile birlikte olur, tabii cebindekine uygun şekilde. Ankara ise pahalı eskort kızdır. Sadece sistemin içindeysen beraber olabilirsin onunla. İzmir ise mahallenin yosmasıdır. Seni beğenmezse cebinden taşsa bile kırıta kırıta yürür geçer yanından da yüzüne bakmaz. Sanırım, şimdi de öyle yapıyor bana İzmir. Yine de rakı içmeyi nerede öğrendiysen oralısındır. Rakı içmeyi bilmiyorsan zaten hiçbiryerlisindir. Reis sayesinde İzmir'li (hatta Karşıyaka'lı) oldum sonuçta. Denize çıkabiliyorsa ne güzel. Ben çıkamıyorum ama hala feribotlar ve vapurlarla rüzgarını topluyorum denizin özleyince.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akreplerin İstilası - Scorpions İstanbul'da

Wishbone Ash İstanbul'daydı...

Megadeth'in İstanbul Macerası