Gün

Kalktın. Gözlerin yarı açık, ezbere bildiğin tuvalete giderek musluğu açtın. Ellerini bir kepçe gibi suyun altına tutup musluktan akmaya başlamış olan suyu yüzüne çarptın. Bir daha. Bir daha. Evet, iyi gelmeye başladı. Dün gece gördüğün tüm renkli rüyaları, karanlık kabusları, bilmeden yaşadığın tüm sevinç, korku, aşk ve nefretleri yüzüne vurduğun suyla akıttığın çapaklarını akıtırken akıttığını düşünüyorsun. Gözlerin hala açılmamak için direniyor ancak kendini biraz da olsun ferahlamış, ayılmış hissediyorsun. Biraz daha su. Biraz daha... Bu kadar suyun yeterli olduğuna karar veriyorsun. Bir elinle musluğu kapatırken diğer elinle, gözlerini açmadan, yüzünden ve ellerinden sular süzülürken lavabonun yanında asılı olan havluya uzanıyorsun. Tüm hareketlerin düşüncenden ve bilincinden önde. Elin havada kalıp havluyu bulamayıncaya kadar her şey otomatik. Havada savurduğun elin havluya değmediği her an bilincin hareketlerini yakalamaya başlıyor. Elini suda boğulan birisi gibi canhıraş savurmayı bırakıp kaşlarından ve kirpiklerinden damlayan suyun arasından uyku yorgunu gözlerini aralayıp havlunun olduğu yere bakmaya çalışıyorsun. Görüntü flu. Ancak, havlunun yerini algılaman için yeterli. Bir uzanış daha. Evet, şimdi yüzünü (ve gözlerini ve hatta kaşlarını ve de kirpiklerini) sudan kurtarıyorsun kurulayarak. Artık gözlerini açabilirsin. Dün gece boyunca tuttuğun çişini yapmalısın. Lavabonun dibindeki klozetin kapağını kaldırıp külotunu indirip tuvalete oturuyorsun. Mesanen hafifledikçe biraz daha rahatlıyorsun. Kalkıp külotunu çekiyorsun yeniden. Ardından sifonu çekiyorsun. Sonra, tekrar lavaboya dönüp suyu tekrar açıyorsun ve ellerini yıkıyorsun. Tekrar suyu kapatıp yine bir elinle havluya uzanıyorsun. Bu sefer yerinden eminsin ve elin ilk hamlede havluyu kavrıyor. Ellerini kurulayıp tuvaletten çıkıyorsun. Artık gideceğin yere gidebilmek için yolu ezbere bilsen de gözlerine ihtiyacın var. Artık bilincin tüm hareketlerinin önünde karar vermek için hazır.

"Bugün boş sayılır" diye geçiriyorsun içinden. Mutfağa gitmeye karar veriyorsun. Hayır. Vazgeçtin. Daha doğrusu vazgeçmedin ancak mutfağa gitmeden başka bir şey yapmanın daha iyi olacağını düşündün. Yatak odasına doğru yürüyorsun. Odanın camındaki perdeyi aralayıp dışarıya bakıyorsun. Dışarıdaki gri gökyüzüne bakıp "Serin dışarısı" diye düşünüyorsun. Tam bu anda serin bir rüzgar değmiş gibi bir ürperme tüm vücudunda dolaşıp kayboluyor. Sıcak bir şeyler içmek istiyorsun. En başta yapmak istediğin gibi mutfağa yöneliyorsun. Yatak odasından çıkıyorsun. Koridorda yürümeye devam ediyorsun kararından emin adımlarla. Mutfağa girince doğruca ocağın önüne gidiyorsun. Demliğin kapağını kaldırıp içinde çay var mı diye bakıyorsun önce. Çay var. Bu sefer demliği kaldırıp çaydanlıktaki su var mı diye bakıyorsun. Su yeterli. Çaydanlığın altını yakmak için ocağın düğmesini çevirince "çıt" sesini duyuyorsun. Hala ocağın düğmesi elinde. Ocak yanmaya devam etsin diye bir süre daha ocağın düğmesi elinde duruyorsun bastırarak. Artık, ocağın sönmeyeceğinden eminsin. Düğmeyi bırakıp, arkanda kalmış olan buzdolabına yöneliyorsun. Dolabın kapağını açıp boş gözlerle dolabın içindekilere bakıyorsun. "Ne yesem?" diye soruyorsun kendine. Gördüklerin içinde canının çektiği pek bir şey yok. İsteksiz bir şekilde peynire uzanıyorsun. Bir de ekmeğe. Buzdolabının kapağını tutan elinde ekmek, diğer elinde peynir kabı ile dolabın önünden ayrılıyorsun kapısını ayağınla hafifçe iterek. "Pıs" diye buzdolabının kapısının kapanma sesini duyuyorsun. Çaydanlıkta ısınmaya başlayan suyun kaynama zırıltısı bu sesi örtemiyor. Her ikisini de duyuyorsun. Tezgahın en üstündeki çekmeceyi çekiyorsun. Çekmecenin içindeki bıçaklardan birini gelişigüzel alıyorsun ve çekmeceyi ittirip kapatıyorsun. Peynir kabının kırmızı kapağını açıyorsun. "Pıt" diye bir ses geliyor plastik kapaktan. Kapağı tezgaha koyup elindeki bıçakla peynirden dilimler alıyorsun. Ekmek poşetini alıp elini içine daldırarak iki dilim ekmek alıyorsun. Bu sırada, ekmek poşetinin sentetik hışırtısını duyuyorsun. Ekmekleri tezgahın üstüne koyuyorsun önce. Poşeti yine büyük bir hışırtıyla katlayıp ağzını kapatıyorsun ve onu da tezgahın üstüne bırakıyorsun. Kestiğin peynir dilimlerini iki ekmek dilimi arasına koyuyorsun. Bu sırada, çaydanlıktan suyun kaynama sesi yavaş yavaş gelmeye başlıyor. Önce, tezgahın üstündeki dolabın kapağını açıyorsun. Bir kahvaltı tabağı alıp kapağı yeniden kapatıyorsun. Kahvaltı tabağını tezgahın üzerine koyup tezgahın üstündeki aralarında kestiğin peynir dilimleri duran iki dilim ekmeği tabağa yerleştiriyorsun. Şöyle bir durup kayıtsız ve iştahsızca yaptığın sandviçe bakıyorsun. Peynir kabının kırmızı kapağını tekrar kapatıyorsun. Yine "Pıt" diye ama daha güçsüz bir ses çıkıyor ve sen bu sesi artık mutfağı doldurmaya başlamış olan suyun kaynama sesine rağmen duyuyorsun. Ekmek poşetini ve peynir kabını eline alıp buzdolabının başına gidiyorsun. Sol ayağınla kapı ile dolap arasındaki boşluğu hafifçe ittirip buzdolabının kapısını açıyorsun. "Pıst" diye bir ses duyuluyor ve kayboluyor. Bunu da duyuyorsun. Elindekileri yine dolapta aldığın yerlere yerleştiriyorsun. Dolabın kapağını kendi haline bırakıp ocağa doğru yöneliyorsun. Ocağa tam bir adım kala yeniden "Pıs" sesini duyuyorsun. Buzdolabının kapısının kapandığından emin oluyorsun. Ocağın solundaki tezgahın üstündeki dolabın kapağını açıyorsun. Bir çay bardağı, bir bardak altlığı alıyorsun ve bunları bir elinde bir araya getiriyorsun. Boş kalan elinle dolabın kapağını ittiriyorsun. Kapak "tak" diye sert bir ses çıkartarak kapanıyor. Tekrar sağına dönüp biraz önce bıçak almak için aldığın çekmecenin bir altındaki çekmeceyi açıyorsun. Bir çay kaşığı alıyorsun. Çekmeceyi ittirip kapatıyorsun. Çekmecenin içindeki kaşık ve bilumum diğer şeyin birbirine çarpması ile kısa bir şangırtı oluyor. Çay kaşığını çay bardağının içine bırakıyorsun. Çekmeceden çıkan şangırtı kaşığın çay bardağına düşerken çıkardığı şangırtı ile karışıyor. "Amma gürültü oldu be" diyorsun içinden. Bu sırada artık duyduğun tek ses kaynayan çaydanlıktan çıkan suyun sesi. Kaynayan suyun buharı hafifçe yüzüne değiyor. Biraz önce camdan bakarken hissettiğin o ürpermenin son kırıntılarını da bu buharın dağıttığını hissediyorsun. Demliği kaldırıp bardağa biraz dem koyuyorsun. Bu sırada diğer elinle de çaydanlığı kavrayıp alıyor ve demin üstüne sıcak suyu boca ediyorsun bardak dolana kadar. Çaydanlığı ve demliği ateşin üzerine koyuyorsun. Çaydanlığın üstünde olduğu ocağın düğmesine uzanıp ateşi kısık hale getiriyorsun. Ocağın sağ yanındaki şekerliğe uzanıp bir tane kesme şeker alıp doldurduğun bardağın içine atıyorsun. "Dünden kalma ama bir çay daha içerim belki" diye düşünüyorsun içinden. Ancak, içinden bir ses başka çay içmeyeceğini söylüyor. Kafanın içinde bu konuşmayı yaparken bir elinle doldurduğun çay bardağını tezgahın üstünden alıp geriye dönüyorsun. Bir iki adım atıp artık solunda kalmış olan tezgahtaki tabağı ve sandviçini de alıp mutfaktan çıkıyorsun.

Mutfaktan çıkıp salona yürüyorsun. Uzun kanepenin sağ köşesine oturup elindeki tabak ve dolu çay bardağını koltuğun sağ yanındaki küçük sehpaya bırakıyorsun. Çay kaşığı ile çayı hızlıca karıştırmaya başlıyorsun. Bu sırada çay bardağının dibine bakarak attığın şekerin tamamen yok olarak çaya karıştığından emin olmaya çalışıyorsun. Emin oluncaya kadar hızla kaşığı çevirmeye devam ediyorsun bir kaç saniye daha. Sonra, tekrar çay bardağına uzanıp alıyor ve çayından bir yudum alarak bardağı tekrar yerine bırakıyorsun. Çay bardağının camı sıcak. Ellerinin hafifçe yandığını hissediyorsun. İki elinde tabaktaki sandviçine uzanıp koca bir ısırık alıp çiğnemeye başlıyorsun. İlk ısırıkla beraber vücudunun uyanmaya başladığını düşünüyorsun. Çünkü, ilk ısırıkla birlikte vücudundaki kanın göğsünden başına doğru yükseldiğini düşünüyorsun. "Oh be şekerim yükseldi." diye düşünüyorsun. Sandviçin tadı sana biraz yavan gelse de ilk ısırıkla hissettiğin o iyilik halinden memnunsun. Bir büyük ısırık daha alıyorsun sandviçten. Sandviç ağzında büyüyor. Yutmak için sağ elinle çaya uzanıp alıyorsun. Bir yudum çay içip ağzında büyüyen sandviçi ıslatıp yutulabilir hale getiriyorsun. Ağır ağır çiğneyip bu lokmaları büyük bir yutkunma ile yutuyorsun. Sandviçin bir anda mideni doldurduğunu hissediyorsun. Bir büyük ısırık daha alıyorsun. Ardından bir yudum daha çay. Bu ısırığı yuttuğunda biraz evvel midende hissettiğin doluluk yerine daha büyük bir açlık hissetmeye başlıyorsun. Bir ısırık daha. Bir yudum da çay. Elindeki sandviçin ne kadar kaldığına bakıyorsun. 3 lokmada yarısından biraz fazlasını yediğini görüyorsun. Kendini hala aç hissettiğin için elinde kalan sandviçin açlığını bastırıp bastırmayacağından emin olamıyorsun. Ancak, ikinci bir sandviç yapmaya üşeniyorsun. Bir ısırık daha. Bir tane daha. Sandviçi bitiriyorsun. Aldığın lokmalar yine ağzında büyüyor. Tekrar sağ elini uzatıp çay bardağını alıp çayından daha büyük bir yudum alıyorsun. Göz ucuyla çay bardağına bakıp içinde ne kadar çay kaldığını kontrol ediyorsun. Bardağın yarısının dolu olduğunu görüyorsun. Kafanı sağındaki sehpaya çevirip sigara, çakmak ve kül tablasının orada olup olmadığını kontrol ediyorsun. Orada olduklarını görünce elindeki çay bardağını sehpaya bırakıp sigara paketine ve çakmağına uzanıyorsun. Paketten bir sigara çıkartıp ağzına götürüyorsun. Paketi koltuğun üzerine bırakıp çakmakla sigaranı yakıyorsun. Sigaradan derin bir nefes çekip tekrar çayına uzanıyorsun. Çay bardağını dudağına değdirip bir süre duruyorsun. Sonra çaydan küçük bir yudum alıp bardağı tekrar sehpaya bırakıyorsun. Sehpanın üstündeki kül tablasını oradan alıp koltuğun üstüne koyuyorsun. Bir nefes daha çekip sigaranı kül tablasına bırakıyorsun. Bir süre hiç bir şey yapmadan koltukta karşındaki duvara ve önündeki kapalı televizyona bakarak boş boş oturuyorsun. Kafanda hiç bir düşünce yok. Sigarandan bir nefes daha alıyorsun. Sonra bir nefes daha alıyorsun. Sigaranın yarısının neredeyse bitmiş olduğunu görüyorsun. Bir iki arkadaşına uğramayı düşünüyorsun çünkü boş gününü evde kös kös oturarak harcamak istemiyorsun. Sigarandan derin ve uzun bir nefes daha alıp sigarayı kül tablasında söndürüyorsun. Kül tablasını koltuğun üzerinden alıp tekrar sehpanın üzerine koyuyorsun. Gözün çay bardağının içinde kalan çaya takılıyor. Birden mutfaktan gelen kaynayan suyun sesini fark ediyorsun. Çay bardağını alıp kalan çayını bir dikişte hızlıca bitiriyorsun. Sehpanın üzerindeki tabak ve çay tabağını da alıp ayağa kalkıyorsun.

Hızlı adımlarla mutfağa yürüyorsun salondan. Mutfağa girince durup elindeki tabak, çay bardağı, bardağın içindeki çay kaşığı ve çay tabağını tezgahın üstüne bırakıyorsun. Yine hızlı adımlarla ocağa yönelip çaydanlığın altını kapatıyorsun. Mutfağı dolduran kaynayan suyun sesi bir anda azalıyor. Geriye dönüp koridordan geçerek yatak odasına geri dönüyorsun. Elbise dolabının sağındaki kapağını açıp bir adım geriye çekilerek ne giyeceğine karar vermek için dolaba bakmaya başlıyorsun. Uzanıp askıda duran koyu mavi kot pantolonunu sağ elinle çekip alıyorsun. Dolaba bir adım daha yaklaşıp boştaki sol elinle de dolabın üst tarafında askıda asılı gömlekleri karıştırıyorsun. Bir gözün sağ elindeki pantolonunda diğer gözün karıştırdığın gömleklerde. Sonra durup yine sol elinle dolapta katlı şekilde üst üste duran kazaklarını, sweatshirtlerini parmaklarının ucuyla kaldırıp bakıyorsun. Sonunda baharlık uçuk mavi bir kazakta karar kılıyorsun. Dolaptaki diğer katlı elbiselerinin kırışmaması için önce sağ elindeki kot pantolonu yatağın üzerine fırlatıyorsun. Sonra, karar kıldığın kazağı bir elinle üstündeki kazağı kaldırarak çekip olduğu yerden alıyorsun ve onu da yatağın üzerine fırlatıyorsun. Dolabın kapısını kapatıp üstündeki pijama eşofmanı çıkartmaya başlıyorsun. Önce üstünü çıkartıyorsun eşofmanın. Pijama eşofmanın altını çıkartırken ayağını yatağın kenarına vuruyorsun. Canın yanıyor, dengeni bir an kaybeder gibi oluyorsun. Yatağa oturuyorsun hemen. Canın çok yanmaya devam ediyor. Gözlerinden hafifçe yaş geliyor. "Hay anasını...." diyorsun ama küfrün sonunu getirmiyorsun. Biraz canının çok yanmasından biraz da durumun sana komik gelmesinden. Canının yanması azalınca eşofman altını da çıkartmayı başarıyorsun sonunda. Çıkardığın eşofman altını sinirle yere fırlatıyorsun önce. Sonra oturduğun yerden eğilerek alıp yatağın üstüne fırlatıp atıyorsun tekrar. Sonra, yatağın üstünden uzanıp yatağın yanındaki çekmeceli komodinin üst çekmecesini açıp çoraplarına bakmaya başlıyorsun. Birinde karar kılıp çekmeceden alıyorsun çorabı. Çekmeceyi de yeniden kapatıyorsun. Yatağın üstünde tekrar oturur vaziyette doğruluyorsun ve çorabını giyiyorsun. Ardından kazağını geçiriyorsun üstüne hızlıca. Kazağını da giydikten sonra pantolonunu otururken ayaklarından geçirip ayağa kalkıyorsun. Eğilip pantolonunu çekip düğmelerini ilikliyorsun. Odadaki aynaya doğru seğirtiyorsun. İlk adımında yatağa vurduğun ayağında bir sancı hissediyorsun. Bunu çok önemsemiyorsun ancak o ilk adımı atarken sekmek zorunda kalıyorsun. Yine de aynanın önüne varıyorsun. Kendine şöyle bir bakıyorsun aynada. Kazağının göğsünün sağında küçük bir iplik çıktığını görüyorsun. Başını eğip ipliğe bakıyorsun şöyle bir. Pek belli belirsiz. Kazağını değiştirmeye üşeniyorsun. "Nasılsa montun içinde belli olmaz" diye düşünüyorsun. Aynanın yanındaki yüksek komodinin üstündeki tarağı alıp saçlarını güzelce tarayıp şekillendiriyorsun. Tarağı bırakınca aynı yerdeki parfümünü alıp sıkıyorsun üstüne. Parfümü tekrar komodinin üstüne bırakıyorsun. Bırakırken, biraz önce bıraktığın tarak yere düşüyor. Sinirleniyorsun tarağa ve beceriksizliğine. Eğilip tarağı düştüğü yerden alıp tekrar komodinin üstüne koyuyorsun. Tekrar yatak odasının penceresine doğru bir adım atıyorsun. Vurmuş olduğun ayağın yine sızlıyor biraz. Hafif sekerek cama yanaşıyorsun ve perdeyi bir kez daha aralayıp dışarıya bakıyorsun. Havanın yine aynı şekilde gri olduğunu görüyorsun. Perdeyi bırakarak camın önünden çekiliyorsun ve tekrar salona doğru hafifçe sekerek yürümeye başlıyorsun. Her adımında ağrıyan ayağının ağrısını daha az hissetmeye başlıyorsun ancak içinden bir ses "Ayağını koru" diyor gibi geliyor sana ve sekmeye devam ediyorsun.

Salona girip önce komodinin üzerindeki sigara ve çakmağını alıp masaya doğru geri dönüyorsun. Masanın üzerindeki kalın kitabı alıyorsun. Kitabın kapağına şöyle bir bakıp "Dur bakalım bir daha deneyelim okumayı" deyip hafifçe sırıtıyorsun. "Okunamaz ve anlaşılamazmış. Okunabilir olduğunu ispatlarım belki" diye geçiriyorsun içinden. İçinden geçirdiği bu söze sesli bir kahkaha atıyorsun. Ardından şarja takılı olarak duran cep telefonunu şarj cihazı ile birlikte takılı oldukları prizden eğilip alıyorsun. Kapıya doğru yöneliyorsun. Kapının sağındaki ayakkabılığın yanındaki sırt çantana kitabı ve şarj cihazını koyuyorsun. Çantanı kapatıp tekrar yere bırakıyorsun. Gözün çantanın üstündeki resme takılıyor. Sola doğru bakan James Joyce ve sağa doğru bakan Marcel Proust sırtları birbirlerine dönük kafa kafaya vermiş şekilde bir resim bu. Eski bir dostun hatırası. "Ne saçma resim bu yahu. Tam Efe'nin gariplikleri işte. Neyse, hazır avareyken Efe'ye de uğrayayım. Bir yerlerde oturur hem iki kadeh bir şey içeriz hem de iki lafın belini kırarız. Özledim adamı" diye geçiriyorsun içinden. Ayakkabılığı açıp rahat bir ayakkabı seçiyorsun. Seçtiğin kırmızılı, siyahlı spor ayakkabıyı ayakkabılıktan çıkartıp yere bırakıyor ve kapısını kapatıyorsun tek elinle. Ardından ayakkabılık üstündeki çekeceğe uzanıyorsun. Tam bu sırada telefonunun kulaklıklarını görüyorsun. "Hah!" diyorsun, "Az daha unutuyordum." Kulaklıkları olduğu yerden hızla alıp elinde çabucak toparlıyor ve pantolonunun cebine koyuyorsun. Diğer elindeki telefonu da pantolonunun arka cebine tıkıştırıyorsun aceleyle. İçinden çabucak evden çıkmak isteği var. Çekeceği çıkardığın kırmızı-siyah spor ayakkabının sağ tekinin topuğuna yerleştirip ayağını geçiriyorsun hemen. Aynını sol tekine de yapıyorsun. Sonra, eğilip her ikisini de sırayla bağlıyorsun sıkı sıkı. Solundaki askıdan montunu alıp giyiyorsun yine aceleyle. Yerdeki çantanı alıp sol omzuna asıyorsun. Kapının üstüne takılı anahtarı sola doğru çevirip kilidini açıyorsun. "Tak", "tak" diye bir ses doluyor hem eve hem apartmanın koridoruna. Kolu çevirip kapıyı açıyorsun. Apartmanın koridorundan gelen garip, kirli, sabun ile çamur karışımı koku bile rahatlatıyor seni. Kapıdan biraz daha sakinlemiş şekilde çıkıyorsun. Arkanı dönüp açık kapıyı çekerek kapatıyorsun ve anahtarı takarak sola çeviriyorsun iki kez; "Tak, tak". Anahtarı kilitten çıkartırken kapının kolunu açar gibi çevirerek kapının kilitlenip kilitlenmediği kontrol ediyorsun son kez. Kilitli olduğunu anlayınca koridora doğru dönüp merdivenlere doğru yürümeye başlıyorsun. Bu sırada elinde şıngırdayan anahtarları da pantolonunun diğer cebine koyuyorsun. Tam merdivenlerin başında montunun iç cebine elini atıp cüzdanını alıp almadığını kontrol ediyorsun. Aldığını anlayınca hızlıca merdivenlerden inmeye başlıyorsun.

Apartman kapısını açıp dışarı çıkıyorsun. Hızlıca sağa dönüp otobüs durağına doğru yürüyorsun hızlı adımlarla. Durak uzaktan görünüyor zaten. Durağa yaklaştıkça durağın sakinliğine hayret ediyorsun. Birden her gün bu durakta beklediğin o sabah saatlerinde olmadığını, sabah kalabalığının çoktan gitmek istediklere yerlere vardıklarını, varmak istedikleri yerlerde yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya koyulduklarını fark ediyorsun. Adımların yavaşlıyor. Yetişmeni gerektirecek bir yer, bir yapılması gereken yok bugün. Adımların bunları fark ettikçe yavaşlıyor. Elini pantolonunun cebine sokup telefonunun kulaklığını çıkartıyorsun. Yumak haldeki kulaklığı yürüyerek çözemeyeceğini fark ederek bir anda kaldırımın ortasında duruyorsun. Kulaklığın birbirine karışmış kablolarını çözmeye çalışırken bir anda içinden "cadde ne kadar da sessiz" diyorsun. Hiç alışık olmadığın bir sessizlik bu. Hızla bir yerden bir yere yetişmeye çalışan otobüslerin, kamyonların, kamyonetlerin, servis araçlarının, taksilerin, dolmuşların, özel arabaların, ambulansların hiçbirinin caddeden geçmediğini şaşırarak fark ediyorsun. İnsan bile gözüne çarpmıyor o an. Gayriihtiyari durağa dönüp birileri var mı durakta bekleyen diye bakıyorsun endişeli bir suratla. Var. "Oh" diyorsun içinden yüzüne yansımayan bir sırıtmayla, "Öldüm de öbür dünyaya mı düştüm diyordum ben de". Bu sırada kulaklığının kablolarından oluşmuş düğüm çözülüyor. Arka cebindeki cep telefonunu çıkartarak kulaklığını telefonuna takıyorsun. Kulaklığını kulaklarına yerleştirip telefonundan bir müzik seçiyorsun. Tekrar, bu sefer kulaklarında yayılan müziğin ritmine uygun adımlarla durağa varıyorsun. Senin gibi bekleyen 4 kişi daha var durakta. Yaşlı bir karı-koca, genç (ve güzel) bir kız ve orta yaşlı ama mihrabı yerinde bir adam. Durakta bekleyenleri şöyle bir süzüp içinden "Oh. Bekleyen azmış" diyorsun; "Bir de otobüs boş gelirse deme keyfime. Şu duraktan bir gün otobüse binip de oturamadım yahu". Beklerken telefonunu eline alıp sosyal medya hesaplarını karıştırmaya başlıyorsun. Cebinden de bir sigara çıkartıp yakıyorsun. Tüm sosyal medya hesaplarında takip ettiğin hemen hemen herkesin paylaştığı bir mesaj var. Hepsi bir link paylaşmış ve üstüne "Çok acayip" yazmışlar. Merak edip linki tıklıyorsun.

Önüne bir blog açılıyor. Uzun bir şey açılan ama bugün avare günündesin ve otobüsü beklerken vakit geçirmek istiyorsun biraz. Okumaya başlıyorsun. Birisinin bir gününü anlatan bir yazı. O da mı dünkü çayı içmiş diyorsun içinden. Sırıtmaya başlıyorsun. Okudukça okuduklarının ne kadar bu sabahına benzediğini fark ediyorsun. Sabah mutfakta duyduğun sesler kulaklığından yayılan müziğin ritmini bozmaya başlıyor. "Çıt", "Pıs", "Pıt", "Pıst", "Şangırt", "Tak". "Çıt", "Pıs", "Pıt", "Pıst", "Şangırt", "Tak". "Çıt", "Pıs", "Pıt", "Pıst", "Şangırt", "Tak". Biraz geriliyorsun. Ayağının hafifçe sızladığını hissediyorsun yine. Bu sırada otobüs durağa yaklaşıyor. Duraktakiler hareketleniyor. Sigaranı atıyorsun ama gözünü ekrandan alamıyorsun. Bir an gözünü ekrandan çekip kotunun rengine bakıyorsun. Sonra da montunun yakasını hafifçe kaldırıp kazağının göğsünün sağındaki küçük ipe bakıyorsun. Hafif bir ürperti içini kaplamaya başlıyor. İçinden bir ses "Okumayı bırak" derken başka bir ses "Dur bakalım ne olacak" diyor. Kaygın ile merakının bu bir anlık kavgasında merakın galip geliyor. Bu sırada otobüs artık durağa yanaşmak üzere. Durakta bekleyenlerin otobüse binebilmek için hareketlendiğini ve sıralandığını görüyorsun gözünün ucundan. Okumaya devam ederek sen de sıraya giriyorsun.

Otobüs duruyor. Sen okumaya devam ediyorsun. Gerginsin ama merakını yenemiyorsun. Otobüse binerken adımını attığında sıkı sıkı bağlanmış kırmızı siyah ayakkabıların gözüne ilişiyor. Otobüse binip elektronik biletini okuyucuya okuturken bile gözün hala ekranda. Kulaklığından kafanın içine dağılan müziği "tak, tak" diye bir ses susturuyor. Birden korkun bir anlık galip geliyor ve kafanı ekrandan kaldırıyorsun. Tam bu sırada otobüs kapısını kapatıp hareket ediyor. Otobüstesin. Otobüsün tam da istediğin gibi boş olduğunu görünce seviniyorsun. Sevinince korkun dağılıyor, rahatlıyorsun. Otobüsün orta kapısının solundaki cam kenarı koltuk boş. Hatta yanı da boş. Otobüs hızlanırken sen de eski bir alışkanlıkla hızla bu koltuğu "kapmaya" davranıyorsun. Aslında ayakta hiç kimse yok otobüste ama o an bunun farkında bile değilsin. Anca hedeflediğin koltuğa oturunca yaptığın şeyin gereksizliğini fark ediyorsun. Kafanı hafifçe sallayarak gülüp okumaya kaldığın yerden geri dönüyorsun. Bu sırada otobüs hızlanarak yoluna devam ediyor. Okudukça biraz önce unuttuğun korkun geri gelmeye başlıyor ancak merakın hala güçlü. Az kaldı merak etme.



"Az kaldı merak etme" cümlesini okuduktan sonra kafanı kaldırıp derin bir nefes alıp pencereden dışarıya şöyle bir baktın. Şehrin sokaklarının hızla camdan geçişiyle derin bir nefes çektin. Tekrar ekrana baktın şimdi. Şaşkınsın. Bu sefer korktun. Hemen gözünü kaçırdın ekrandan. Tekrar dışarı baktın. Ekrana bakmaya korkuyorsun. Ancak, bu satır yazıldı mı diye merak da ediyorsun. Bak. Baktın değil mi? Bu satır yazıldığına göre baktın. Bu senin avare günün bak işte. Çok korktun ama korkma. Ancak, korktun bir kere. Otobüsten inmek istiyorsun. Ayağa kalkıp inme düğmesine uzandın. Kelimelerin de ekranda çoğaldığını fark ettin mi? Sanırım ettin. Gözün ekranda. Donmuş vaziyette hiç bir şey yapmadan ekranda beliren yeni kelimeleri izliyorsun şu an. Bu cümleyi okudun. Şimdi de bunu okuyorsun.

Birden sert bir sesle irkiliyorsun. Fren sesleri ile buruşan, kırılan metalin sesleri ile patlayan camların sesleri kulağından aslında artık duymadığın müziğin sesini bastırıyor. karşı koyamadığın bir güçle öne doğru fırlıyorsun. Son gördüğün cümle bu. Telefonun elinden fırlayıveriyor. Çevrende uçuşan cam ve metal parçaları var. Hepsini görüyorsun. Sen de koltukların önündeki alçak bariyerin üstünden önündeki boşluğa doğru uçuyorsun. Birazdan dizlerinde büyük bir ağrı hissedeceksin ancak havadasın ve daha düşmedin. Dizlerini üzerinden uçtuğun demir bariyere çarptın.  Ancak, bu yazanları göremiyorsun. Başını boşluğun sonundaki koltukların arkasındaki demir korumaya çarpıyorsun. Vücudunun içinden bir kırılma sesi geliyor. Duyuyorsun bu sesi ancak ne olduğuna dair bir fikrin yok. Yere sol omzunun üstüne düşüyorsun. Gözlerin açık. Ancak ne gördüğünden ya da görmediğinden emin değilsin. Bu cümleyi de göremiyorsun ama yazıldığını biliyorsun. "Ölüyor muyum acaba?" diye soruyorsun kendine. Ancak, ölenlerin ölmeden hemen önce hayatlarının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesi gerektiğine inanıyorsun. Böyle bir film görmüyorsun hala. "Yaşıyor olmam gerek" diyorsun içinden. Ancak gözlerinde sadece parlak beyaz bir aydınlık var. Nefes alıp almadığından emin değilsin. Ayağının ağrısını unuttun, dizlerini ise hissetmiyorsun. Vücudundan havadayken ve düşerken gelen sesleri anlamlandıramıyorsun hala. Vücudun sana hem çok ağır hem hafif geliyor. Otobüsün hareketi hala devam ediyor. Etrafta kırılan ve parçalanan metalin, camın ve kemiklerin sesi ve insanların çığlıkları var. Birden bu gürültü devam ederken hareket duruyor. Otobüs durdu. Kalkmak için dizlerini kırmak istiyorsun ancak korkunç bir ağrı bütün vücudunu sarıyor. Bacaklarını kıpırdatamıyorsun. Dizlerinin kırıldığını düşünüyorsun. Sağ kolunla sürünmeye çalışabilirim diye düşünüyorsun hemen. Koluna "Beni çek" diyorsun ama kolunun bu komuttan haberi bile yok. İlk kez panikliyorsun. Görebildiğin aydınlık arasında hareket eden gölgeler var. Çığlık atıp yardım istemek istiyorsun ama sesin çıkmıyor. Ağzında kan tadı var. O son filmi bekliyorsun artık. Ancak film yok. O gölgeler ne Münker, ne Nekir. Sorgu da film de bu yazıydı. Gözlerinde hissettiğin ışık yavaşça karardı.


****

Bir saati parçalarına ayırınca ne görürüz? - M. Proust

Irmak güzergâhını geçip, Havva ve Âdem’in oradan, kıyı kıvrımından koy dönemecine, geniş bir köy yolundan yeniden dolaşarak, gerisingeri Howth Kalesi ve Civarları’nı görürüz. - J. Joyce

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kraliçe'nin Ölümü

Hadi Bakalım Yeni Baştan... (Ocak 2023'ün İlk Haftasında Müzikte Olan Bitenler)

Gözyaşlarımızı Bitti Mi Sandın?