Progresif Bir Çöl Rüzgarı

... ya da Camel'in İstanbul Çıkartması.





(NOT: Bu yazı aslında 2018'in Ocak ya da Şubatında yazılmalıydı ama ha bugün yazacağım, ha yarın yazacağım derken bugüne kadar yazılamadı. Bu 2018'den beri bekleyen konser yazılarının ilki. Bir tane daha var. O da yerini alacak blog'da. Bu kadar zaman geçtikten sonra neden mi yazdım? Yazmazsam olmazdı da ondan.)

Bu ülkede progresif rock dinleyicisinin gayet sağlam olduğunu ne zaman fark ettin diye sorsalar kesinlikle Camel konserinin duyurulduğu gün derim. Bu ülkeye bir çok büyük rock grubu ya da insanı geldi ve konser verdi geçtiğimiz 20-25 yıl içerisinde. Page&Plant (ki Led Zeppelin'den kalan tek bakiyedir kendisi), Deep Puple, Metallica, Guns'n Roses, Scorpions, Eric Clapton (hem de Steve Windwood ile), Mark Knopfler, Manowar, Megadeth, Accept, Judas Priest, Iron Maiden, Roger Waters'ın The Wall'ı, Dio, Uriah Heep, Neil Young,Rolling Stones, Dylan ve daha niceleri. Rock dünyasının temelini atanlardan bugünün rock müzik dinleyicinin yıldızlarına kadar bir çok konser gerçekleşti bu ülkede. Hatta bazıları birden çok kez konser verdi burada. Ancak, sanırım hiç biri Camel'ın yarattığı sükseyi yaratamadı. Zira, Camel'ın Türkiye'ye geleceği duyurulduktan sadece 15 dakika sonra konserin tüm biletleri satılmıştı. Bu ülkede bugüne kadar hiç bir rock ya da pop müzisyeninin/grubunun beceremediği bir şekilde Camel bir anda "SOLD OUT" olmuştu. İnternet'ten bilet almak için duyuruyu görür görmez girdiğimde (ki duyuruyu sadece 6-7 saat sonra görmüştüm) hiç bilet kalmamıştı. Açıkçası, ilk başta şaka ya da bir sistem hatası olduğunu düşündüm. O kadar grup/insan gelmişti bu ülkeye. Çoğuna son günlerde bile rahatlıkla bilet bulabilmiştim. Ancak, karşımdaki internet sitesi ne şaka yapıyordu ne de bir arıza yaşıyordu. Camel konserinin biletleri gerçekten bitmişti. Sanırım konserin organizatörleri de Andrew Latimer'in kendisi de büyük şaşkınlık yaşamışlardır bu durumdan. Talep o kadar yoğundu ki bilet bulamayan bir çok kişi ikinci bir konser için hemen baskıya başlamıştı. Grup'da organizatörler de bu talebi görerek ikinci bir konseri organize etmeyi başardılar. Bendeniz bu sefer yakın takipteydim tabii. Ancak, yakın takip de yeterli değildi. Zira, 2. konserin de biletleri 20 dakika içinde tamamen tükenmişti. Bildirimden en fazla yarım saat sonra girdiğim sitede yine aynı yazıyla karşı karşıyaydım; BİLETLER TÜKENMİŞTİR. Bütün ülke yememiş, içmemiş yıllardır Camel'ın ülkeye gelişini bekliyormuş anlaşılan ki ikinci konserin de biletlerini bir nefeste satın almıştı. "Yahu, ne zaman duydunuz, ne zaman internete girdiniz de aldınız o biletleri" diye küfrederek siteye öyle baka kalmıştım. Konseri kesinlikle kaçırdım diye düşünüyordum ki sadece 2 gün kala kırık bir aşk hikayesi sayesinde bir bilet bulabilecek ve konsere gidebilecektim.

Uzunca bir süre aradıktan ve Twitter'da bir çok kez duyurduktan sonra bir bilete ulaşabildim. Bileti satan genç arkadaş bileti kız arkadaşı ile birlikte gitmek için almış ancak konsere bir kaç gün kala ayrılmışlardı. Her ne kadar bu genç arkadaşın aşk acısına üzülsem de bu olay benim için piyangoydu tabii ki. Hızlı bir mesaj trafiği sonrası 23 Ocak'daki konser için biletim hazırdı. Bileti satan arkadaşla buluşup bileti almamla birlikte Camel ile aramda bir engel kalmamıştı. Bu ülkede bu kadar progresif rock dinleyicisi olduğuna, daha da ilginci Camel'ın bu kadar büyük bir hayran kitlesi olduğuna şaşırmaya devam ederek konser zamanını beklemek dışında bir şey yapmama gerek kalmamıştı artık.

Camel'ı ilk dinlediğimde sanırım Lise 1 ya da Lise 2'ye gidiyordum. Elimde bir 90'lık kaset ile Çoşkun abinin plakçı dükkanına gitmiş "Abi, farklı bir şeyler doldursana şu kasedin iki yüzüne." demiştim. O da o doksanlığın bir yüzüne Camel'ın The Snow Goose'unu diğer yüzüne de Moonmadness'i kaydetmişti. O dönemler her ne kadar sert müziği sevsem de Jethro Tull ve Pink Floyd dışındaki progresif rock grupları yeni yeni keşfettiğim dönemlerimdi. Camel'ın melodik yapısına, albümlerinin müzikal bütünlüğüne hayran kalmıştım. Hemen gidip Mirage ve ilk albümleri Camel'ı daha sonra da Breathless'i doldurtmuştum. O zamana kadar bu kadar bu kadar yumuşak ama insanın içine işleyen riff'ler ve melodiler ile pek işim yoktu ama Camel (ve bir de Wishbone Ash) beni yakalamıştı bir şekilde. O kasetleri doldurtmamın üzerinden 30 yıla yakın zaman geçmiş de olsa, kaset yerini CD'ye daha sonra da mp3 vb. dijital medyalara bırakmış da olsa, grupta artık Peter Bardens olmasa da Camel'ı izleyecek olmanın garip bir heyecanı vardı. 30 yıllık bir tanışıklığın canlı kanlı hale gelmesiydi bu. Hem Moonmadness'in tümünü canlı canlı gruptan dinleyecektim en azından. Daha ne olabilirdi ki? Bu sorunun cevabını konseri izlerken alacak ve dahasının da olduğunu ancak konseri izlerken anlayabilecektim gerçi.

Konser akşamı işten çıkıp PSM'ye gittiğimde biletlerin neden tükendiğini daha iyi anladım. Konser alanı, PSM'nin merdivenleri filan her yer insan doluydu. Konserin yapılacağı salonda da herkes yavaş yavaş yerini almaktaydı. Camel Fan Club ekibi tam kadro konserdeydi ve tahminlerimin ötesinde ciddi bir kalabalıktılar. Tam yerimi almaktaydım ki sahnenin kenarında bir yerde Andrew Latimer'in karısı Susan Hoover gözüktü. Susan Hoover, Andrew Latimer'in hayatında gayet önemli bir insandır. Özellikle Latimer'in ağır hastalık dönemi öncesi Camel'ın yola devam etmesinde, daha sonra da hastalığı ve sonrasında Latimer'in hayata tutunarak müziğe devam etmesinde çok önemli rolü olan biridir Hoover. Camel'in 90'larda kurduğu yapım şirketine de ön ayak olan kişidir. Kısaca Camel'in görünmeyen elemanıdır. Kendisini çekmek için telefonuma davrandığımda ise o sahneyi terk etmişti maalesef. Sahnede ise çok basit bir düzen vardı. Davul, klavyeler, izleyenlere göre sağda (sahneye göre solda) kürsü benzeri bir şey ve tabii ki amfiler o kadar.

Konserden az önce, Susan Hoover sahneden ayrıldıktan hemen sonra
Konser saati yaklaştıkça salon dolmaya ve herkes yerine geçmeye başlarken ben de nasıl bir konserle karşılaşacağımı hayal etmekteydim. Latimer ve Bass hakkında düşünecek bir şey yoktu zaten. Denis Clement'in performansını biraz merak ediyordum. Çünkü açıkçası benim için Camel demek Latimer ile birlikte Andy Ward ve Bardens demektir biraz da. Paul Burgess'da iyi davulcuydu ama Ward daha sonra Canterbury sahnesinin de içine girebilmiş özel bir davulcudur benim için. Ancak, mevzuubahis grup Camel olunca Latimer ve gitarı kadar önemli bir başka şey de tabii ki klavyeler. Camel'in Peter Bardens ayrıldıktan sonra yaşadığı kısa Caravan'laşma dönemi ve sonrasında oluşturduğu konsept albümler dünyasında kimi zaman iki klavyeci ile yola devam etmiş, yeni Bardens olarak kabul edilen LeBlanc'ın erken ölümü sonrasında ise eski dost Ton Scherpenzeel'den destek istemişti grup. Ancak Scherpenzeel'in uçak korkusu nedeniyle grubun sürekli sahnede olabilecek bir klavyeciye ihtiyacı vardı hep. Bunun sonunda da şimdi klavyeler hiç adı sanı duyulmamış Pete Jones isimli genç birine emanet edilmişti. Hatta Jones sadece konserler için değil tamamen gruba gruba dahil edilmişti. Bu durum beni biraz korkutmuyor değildi açıkçası. Tamam, Latimer her ne kadar hakkı gereği kadar verilmemiş büyük bir gitarist ve büyük bir şarkı yazarı olsa da o şarkıların hayalimdeki gibi icra edilip edilmeyeceği de bir o kadar önemliydi benim için sonuçta. Ancak konser başladığında bu kaygımın ne kadar gereksiz olduğunu Pete Jones tokat gibi yüzüme vuracaktı. Konser sonunda Andrew Latimer'i performansı kadar Pete Jones'a da hayran kalacaktım ve bunun olabilmesi için konserin başlaması gerekiyordu.

Konser tam da söylendiği saatte başladı. Işıklar karardı ve kayıttan Aristillus çalmaya başladı ve "Ay Çılgınlığı" başladı. Karanlık içerisinde konser salonu Bardens'in synthizeiser'ından dökülen melodi ile dolarken kısacık Aristillus bitti ve bir anda ışıklar yandığında Camel karşımızdaydı. Tıpkı albümdeki gibi hiç sekmeden bu sefer canlı canlı Song Within' a Song'a girdiler. Andrew Latimer gold top Gibson Les Paul ve flütü, Colin Bass bembeyaz ve kalın kaşları, Clement cross davulunda ilk Camel albümünün resmi olan davulunun arkasına geçmiş, Pete Jones ise iki klavyenin arkasında oturmuş halde karşımızdaydı işte. Beklenen konser başlamıştı işte.

"Ay Çılgınlığı" başlarken

Vokalleri Colin Bass ve Andrew Latimer bir arada yaptılar Song Within a Song'da. Albümde ne varsa ve nasıl çalınıyorsa öyle çalıyordu grup. Tonlarda çok küçük farklar vardı ve evet sesler biraz yaşlanmıştı ancak Moonmadness konserde olan herkes için sadece bir kasedin, bir CD'nin, bir LP'nin ya da mp3 player'ın içinde sıkışmış 70'lerin ortasında kalmış bir şey olmaktan çıkmış sahnede kanlı canlı karşımızdaydı işte. Büyülü bir ana şahitlik ediyorduk.

Bu durum Chord Change'de daha bir belirgin hale geldi. Latimer, Chord Change'deki soloları öyle bir çaldı ki bir an arkada albüm çalmaya devam mı ediyor diye düşünmedim değil. Tabii ki öyle bir şey yoktu ve Latimer canlı canlı çalıyor ve beni şaşkınlığa uğratmaya devam ediyordu. Ancak, asıl dikkatimi çeken şey klavyelerdi. sanki Bardens dünyaya geri dönmüş de çalıyor gibiydi. Klavyenin tonları orjinaline o kadar yakın, geçişler ve melodiler o kadar gerçekti ki klavyenin arkasındaki bu kilolu enteresan hareketler yapan genç adamdan başka bir şey çıkacağı belli olmaktaydı yavaş yavaş.

Ay çılgınlığı devam ederken
Moonmadness aslında bir konsept albüm olmamakla birlikte tüm şarkılar tek bir hikaye anlatır gibi birbirlerini müzikal olarak mükemmel şekilde tamamlar. O yüzden, bir çok kişi Moonmadness'i de The Snow Goose gibi tek bir hikaye anlatan konsept bir albüm zanneder. Moonmadness'in sihri de tam buradadır zaten. Müzik kendi hikayesini yaratır albüm boyunca. İşte o sırada sahnede olan şey kendi hikayesini kendi başına oluşturmuş bu melodilerin yaratıcısının ellerinden bizlere sunulduğu sürreal bir rüyaydı. Albümün o büyülü atmosferi sahneye de yansımıştı. Ancak, albüm bu hikayeyi anlatmaya biraz ağır bir tempoyla başlar. Spirit of the Water ise bu ağır temponun son noktasıdır. Spirit of the Water'a kadar biz seyirciler içinde bulunduğumuz bu sürreal durumu anlamaya çalışıyor gibiydik. Hepimiz bir plağın üzerine binmiş iğneyle beraber 1976'dan bir müzikal hikayeye dahil oluyorduk. Ancak, halen ağır temponun esiriydik ve ne yapmamız gerektiğini, nasıl davranmamız gerektiğini çözememiştik. Büyülenmiş şekilde sahnede olup biteni sadece izliyorduk. O kadar ne yapacağımızı bilemez haldeydik ki şarkı bittiğinde 2,3 saniye seyirciden tek bir ses, tek bir alkış yapmadan öylece durup ne yapmamız gerektiğini hatırmamız gerekti. Neyse ki Another Night ile ise seyirci de artık bu hikayeye dahil olmaya, ayaklar tempo tutmaya, kafalar hafif hafif sallanmaya başladı. Latimer'in Another Night'daki gitarıydı herkesi sadece seyreden olmaktan çıkartıp hikayeye dahil eden. Bu ana kadar grup elemanları tarafından tek bir kelime dahi edilmemişti. Grup çıkmış ve takır takır şarkılarını aralık vermeden, albüm mükemmelliğinde hatta bazen onun da ötesine geçerek çalıyordu. Her konserde olan "Hoş geldiniz", "Ne iyi ettiniz de geldiniz", "Aman pek de güzel seyircisiniz" vb. muhabbetlerin hiç biri yapılmamıştı. Bu müzikal hikayeyi bozacak hiç bir boş muhabbete yer yoktu konserde. Sadece Camel ve onun ay çılgınlığına ortak olmamıza izin vardı.

Andrew Latimer sahnede...
Airborne'a gelince Pete Jones'un bir başka özelliğini de görüp hayretler içinde kalacaktım tabii ki. Adam öyle böyle değil şahane şarkı söylüyordu. Airborne'da vokalleri ona emanet etmişlerdi. Açıkçası, Camel' bestelerinin vokal yapısının çok üstünde şahane söyledi adam. Bunun daha başlangıç olduğunu daha sonra görecektik tabii ki. Ardından Lunar Sea ile ay çılgınlığımızın sonuna geldik. Grup bizi "Ay Denizi"ne götürürken öyle bir hakkını verdi ki yalnız, o kadar olur. Andy Ward albümde öyle davullar çalar, öyle ince işler yapar ki insan bir süre sonra "Vay canına, neler yapıyor bu adam?" der dinlerken. Sahnede Clement hiç aratmadı Ward'ı. Hızlı geçişler, ritm değişiklikleri şahaneydi. Klavyeler konusundaki huzursuzluğumun dinmesinin ardından davullar konusundaki huzursuzluğumu da rahatlıkla rafa kaldırabilirdim artık. Lunar Sea'nin delirdiği yerlerde Clement de Bass'da şahaneydiler. Andrew Latimer'in soloları ise şahaneydi.

Lunar Sea bitti ve... Ve 5 dakika ara... 5 dakika ara mı? Evet, aynen öyle oldu. Konser arası. Tam ay çılgınlığına alışmış tadını çıkartıyorduk ki konserin Moonmadness bölümü bitmişti. Ancak Camel izleyici için ikinci bir konser daha hazırlamıştı. Bir bilete iki konser izleyecektik yani. Bundan iyi ne olabilirdi ki? Konserin bu bölümü ise bambaşka bir hikaye olacaktı.

Konserin ikinci bölümü herkes için bir süprizle başladı. Pete Jones klavyelerinin başındaydı ve bir anda hiç kimsenin bilmediği, daha önce hiç duymadığı bir şarkı çalmaya başladı, Mystic Dreams'i.  Şarkının başlaması ile birlikte çevremdeki hepimizn birbirine şakınlıkla bakıp şarkının hangi Camel şarkısı olduğunu yanındakine sorması çok eğlenceliydi gerçekten. Hepimiz şarkının başında Camel'in ilk albümündeki Mystic Queen'in başladığını sanmıştık ama şarkı o değildi. Şarkının aslında ne olduğunu ancak şarkı bitip Latimer'in şarkının Jones'un bestelediği yeni bir şarkı olduğunu, isminin ise Mystic Dreams söylemesi ile anlayabildik zaten. Bu arada setlist.fm'de çok uzun süre bu şarkı Mystic Queen olarak yazılıydı (çok sonra değişti). Hala sitede 23 Mayıs listesine gidip bu şarkının yanındaki çal ikonuna tıkladığınızda Mystic Queen çıkıyor zaten. Ancak, konserde çalınan şarkı o değil bilin. Adam şarkının başlaması ile birlikte bir anda tüm sahneyi kapladı ve seyirciyi el geçirdi resmen (en azından beni tavladı). O andan itibaren Pete Jones artık herkesin ilgi odağıydı. Jones, sadece çok iyi (gerçekten Bardens'i aratmayacak kadar iyi) klavye çalması ve Airborne'da duyduğumuz üzere çok iyi bir sese ve vokale sahip olması dışında gayet sağlam bir besteci olduğunu da gösterdi herkese. Konser ilerledikçe başka numaralarının da olduğunu gösterecek ve bizi daha da mest edecekti gerçi ama biz daha bilmiyorduk bunu.

Pete Jones seyirciyi fethederken...

Konserin bundan sonrası özellikle Moonmadness sonrası Camel tarihi içinde müzikal bir gezi haline geldi. Açıkçası konserin aslında en merak ettiğim kısmı da bu kısmıydı. Evet, Moonmadness'i kesintisiz, canlı canlı gruptan dinlemeyi, o büyüyü canlı canlı yaşamayı çok istiyordum. Bu çok büyük ve çekici bir deneyimdi ancak merak uyandıracak bir yanı yoktu. Konserin ilk kısmının merak uyandırabileceği tek konu icranın ne kadar doğru ya da bugüne kadar albümü dinlerken bana hissettirdiklerine ne kadar yakın olduğuydu. En azından benim için ilk bölümün en uhrevi kısmı ne kadar farklı düzenleseler de canlı canlı albümü daha önce dinlediğim zaman hissettiğim şekliyle dinleyebilmekti. Bunu olabilecek en şahane şekliyle yaşamıştım zaten. Ancak, ikinci bölüm hem bu ruh halimi bozmamalı hem de merakımı gıdıklayabilmeliydi. Açıkçası tam da böyle oldu.

Pete Jones şovundan sonra Camel'in tarihine geri döndük. Grup da ilk kez bizlerle iletişime geçmişti. Andrew Latimer, önce izleyicilere geldikleri içi teşekkür etti, Pete Jones şarkısını bize sundu ve mutat konser muhabbetlerinden bir demet sundu. Açıkçası, ben grup ya da sanatçıların "Aman ne kadar güzel bir seyircisiniz", "Sizden iyisi yok valla" gibi konuşmalarını çok sevmem. Ancak, Andrew Latimer'in yüzünde öyle bir şükran ve mutululuk ifadesi vardı ki bu tür bir konuşma ilk kez sıcak ve samimi geldi bana. Benzer bir hissi sadece Deep Purple'ın 98'deki ilk Harbiye konserinde ve Roger Waters'ın The Wall konseri tamamen bitince söylediği bir iki cümlede hissettim açıkçası.

Konserin 2. yarısı ve sahnede Camel

Konuşma sonrası ise artık Camel'ın tarihinde bir yolculuğa çıkmaya hazırdık. Yolculuğumuz Moonmadness'den hemen sonra çıkan Rain Dances albümü ile başladı, Unevensong. Rain Dances Camel'ın Caravan'laştığı dönemin de başlangıcıdır. Benim için ise Nude ile birlikte dinlerken içine girmesi en zor Camel albümüdür. Alıştığımız, müzikal olarak bütünlük taşıyan, neredeyse her albümü müzikal bir hikaye barındıran Camel albümlerinden farklıdır ve her şarkının kendine ait bir dünyası, sesi olduğu bir albümdür. Grup içindeki eleman değişikliklerinin de başladığı dönemdir bu dönem. Bas gitarda Caravan'dan Richard Sinclair gruba dahil olmuştur. Peter Bardens ile Andrew Latimer'in arasındaki müzikal ayrılıkların da su yüzüne çıkmaya başladığı dönemlerdir bu dönemler aynı zamanda. Unevensong'da Bardens 70'lerin ortasında çok farklı bir synthseizer şovu sergiler albüm kaydında. Açıkçası, Pete Jones burada şahane iş çıkardı. Hem klavyesinin tonları çok iyiydi hem de çalışı.

Konserin bundan sonrası Camel'in Bardens'siz bölümüyle devam etti zaten, ta ki en sonundaki hediyelere kadar. Unevensong'dan sonra bu sefer sahnedeki Colin Bass'ın da gruba ilk kez dahil olduğu I Can See Your House from Here albümüne doğru yola çıktık Hymn to Her ile. Unevensong'un yüksek temposundan sonra Hymn to Her ile grup tekrar o biraz mistik, biraz içe dönük tonlarına ve melodilerine döndü hemen. Şarkı ortalarında her ne kadar tempoyu arttırsa da sonunda Latimer'in o iç burkan gitar melodisi ile sonlanıyordu. Vokallerde Colin Bass vardı ve Latimer'in Gibson'undan şarkının ana temasını oluşturan melodiyi duymak büyük keyifti. Hele şarkının tempo aldığı andaki Latimer ile Jones'un uyumu şahaneydi gerçekten.

Hymn to her ve Latimer
Hymn to Her'le 70'lerin sonuna gittikten sonra bu sefer 90'ların başına doğru bir yolculuğa çıktık Camel'in tarihi içinde. Bu sefer uğradığımız albüm Dust and Dreams'dı. Latimer bizi bir Steinbeck romanının içinde kısa bir yolculuğa davet ediyordu. Hymn to Her'den Rose of Sharon'a bağlandık. Latimer'in Gibson'undan salona dolan o mükemmel tonla beraber kendimizden geçmeye ve zaman ve mekan ile olan ilişkimizi kaybetmeye başladık yeniden. Rose of Sharon'dan sonra ise Coming of Ages'a geçtik ve ben tam konserden kopmak üzereyken yeniden konsere ve müziğin akışına geri döndüm. Rose of Sharon'dan Coming of Ages'a geçiş sadece Camel'ın tarihi içinde değil Andrew Latimer'in kendi kişisel tarihi içinde de bir yolculuk haline getirmişti konseri çünkü. Dust and Dreams, Andrew Latimer ve dolayısıyla Camel'in müzik dünyasına geri dönüş albümüdür ve bu açıdan Latimer için anlamı büyüktür. Grup 1984'de Stationary Traveller'ı çıkardıktan sonra büyük şirketler ile yeni bir anlaşma imzalayamaz ve albüm yapamaz hale gelir. Hiç bir müzik yapımcısı şirket Latimer'in konsept albümleri ile ilgilenmek istememektedir artık. Bu nedenle Camel aslında fiilen müzik sahnesinden silinmiş bir grup olur 1984'den itibaren. İşte burada konserden biraz önce sahnede görünüp kaybolan o şahane kadının, Latimer'in eşi Susan Hoover'ın, cesaretlendirmesi ile Camel Records kurulur. Dust and Dreams, işte bu zorunlu 7 yıllık aradan sonra Camel'ın müziğe geri dönüş albümüdür ve Latimer için özel bir albümdür. Dust and Dreams'den seçilen Roses of Sharon'un bağlandığı Coming of Ages'ın da olduğu Harbour of Tears albümü ise Latimer'in bir aile hikayesine dayanan, bu nedenle Latimer için en az Dust and Dreams kadar özel olan bir başka albümdür. İlk kez o an, Latimer'in bu ikinci bölümde bize sadece Camel'ın müzikal tarihinden bir seçki yapmadığını, kendi kişisel tarihinden de bir kesit sunduğunu fark ettim. Benim işin konserin en anlamlı anı sanırım bu andı.

Rose of Sharon ve Latimer

Coming of Ages'ın girişinde şahane bir gitar melodisi vardır ve yarattığı gergin hava ile insanın içine işler. Şarkı başlar başlamaz Latimer'in gitarından bu kısım dökülmeye başlayınca zaman ve mekan ile ilişkim tamamen kesildi diyebilirim. Zaten, Latimer'in gitarının tonu o kadar temizdi ve o kadar insanın içine işliyordu ki insanın zaman ve mekanla ilişkisini kesmemesi oldukça güçtü. Açıkçası, Coming of Ages tam olarak bir Latimer şovuydu. Gitarında tonlar arasında gezerken tek bir notayı bile ezmeden, her notanın hakkını vererek öyle şahane çaldı ki sadece ben değil bütün seyirciler bu şova eşlik etmeye başladık. Ancak, arkadan gelecek sürpriz bütün bu kendine gelme ve şova dahil olma halimizi daha da üste taşıyacaktı.

Latimer'in kişisel tarihinde de dolandıktan sonra Camel'ın oldukça sükse getiren ve Camel dinleyicilerinin grubun 70'lere geri dönüşü olarak kabul ettiği Rajaz'a sıra geldi. O ana kadar şarkıların konserde çok fazla düzenlenmediğini hatta mümkün olduğu kadar albüm kayıtlarına yakın çalındığını görmüştük hep. Ancak Rajaz ile bu da değişecekti. Şarkıdan önce Latimer biraz daha muhabbet etti seyirciyle. Sonra Rajaz'a başladılar. Bu sefer vokallerde Latimer tek başınaydı. Sesi biraz titriyordu filan ama şarkı yükselmeye başladıkça işin rengi değişmeye başladı. Bu sırada kimse fark etmeden Pete Jones konserin başından beri klavyelerinin ardında oturduğu sandalyeden ilk kez ayağa kalktı, o ana kadar belki de kimsenin sahnede durduğunu fark etmediği saksafona uzandı ve öyle bir daldı ki şarkıya bu kısmı için tek başına bir yazı yazılabilir. Rajaz bir anda bambaşka bir şarkıya büründü sahnede. Bütün seyirciler ayakta alkışlarla tempo tutarken Jones mis gibi bir saksafon solo ile bezedi şarkıyı. O andan itibaren konserin tek yıldızı Latimer değil kesinlikle Pete Jones'du. Ancak, Latimer'in de sahneyi tamamen Jones'a bırakmak gibi niyetinin olmadığını konserin sonlarında anlayacaktık. Zira 8 dakikalık Rajaz 13-14 dakikalık bir resitale dönüştü. Grup şarkının ortasında bir anda rota kırdı ve aynı albümden Sahara'ya geçti ve Latimer, şarkının ortasındaki gitar soloyu Rajaz'ın orjinal solosu olarak atmak yerine Sahara'nın gayet oryantal gitar solosu ile bezedi.  Konserin belki de en müthiş anlarıydı bu anlar. Hem Pete Jones, hem Latimer tüm seyirciyi avuçlarının içine almış, bizler de zaten kendimizi koyvermiştik. Sahnede olup biteni izlerken bu delirme haline nasıl geldiğimizi anlamakta zorlanıyordum. Zira, sakin sakin konseri izlerken bir anda herkes ayakta şarkıya alkışlarla eşlik ederken bulmuştu kendini. Camel ve Latimer sessiz sedasız herkesi fethetmeyi başarmıştı ama hiçbirimiz bunu fark bile edememiştik.

Rajaz ve Pete Jones'un muhteşem şovu

Rajaz'ın ardından ise bizi bir daha süpriz bekliyordu, yeni bir şarkı. Rajaz'ın ardından yine Pete Jones'a ait bir şarkı vardı karşımızda, Dingley Dell. Vokallerde yine Pete Jones vardı. Ancak, bu sefer Mystic Dreams'da olduğu gibi şarkıyı tek başına icra etmiyordu Jones. Önce Latimer flütü ile katıldı şarkıya. Ardından Colin Bass ve Clement'de dahil oldu ve şarkıyı tüm grup beraber çalıp söylediler. Colin Bass burada da Jones'un yanında vokallere destek de verdi. Pete Jones artık konserin süperstarıydı.

Süpriz şarkı Dingley Dell'den bir bölüm

Bu son süprizle beraber seyirci zaten kendini tamamen kapıp koyvermişti sahnedekilere. Grup tekrar 70'lerin ortasına I Can See Your House from Here albümüne dönüp Ice'a başladı. Ice'da çok acaip çaldı Latimer. Albümdekinden daha faklı bir gitar tonuyla attı solosunu. O tonda orjinal soloyu atmak valla hiç ama hiç kolay değildi ama Latimer şahane çaldı gerçekten. Ardından tekrar Dust and Dreams'a dönerek ardı ardına önce Mother Road ardından da Hopless Anger geldi. Yine Camel'ın yeniden hayata döndüğü albümde Hemingway'in Gazap Üzümleri'ndeki çaresizlik ve büyük buhran hikayesi içinde, Latimer'in gitarda neler yapabildiğini ve neden büyük gitarist olduğu canlı canlı şahit olduk böylece. Bu 3 şarkı sırasında aslında Rajaz'la doldurduğumuz garip enerjinin boşalmasını sağladık desem yerinde olur aslında. En azından benim için böyle oldu bu.

Ancak, hala Moonmadness öncesi albümlerden, Breathless'den ya da Stationary Traveller'dan hiç bir şey çalmamışlardı. İnsan canlı canlı bir Stationary Traveller, bir Echoes, bir Rhayader Goes to Town filan da dinlemek istiyor canlı canlı grubu karşısında görüp bu kadar çoşmuşken. Turdaki daha önceki setlist'lerde de Echoes dışında diğerleri çalmışlıkları da vardı hani. Stationary Traveller'a uğradı grup. Ancak, Stationary Traveller şarkısı ile değil Long Goodbye ile. Stationary Traveller albümü Latimer'in David Gilmore ile bile karşılaştırılmaya başlandığı, Latimer'in gitarist olarak parladığı albümdür. Camel'in Bardens'li dönemi ve sonrasındaki hafif Caravan müziğine yaklaştığı dönemler sonrası Latimer'in hikaye anlatıcılığına döndüğü ve Camel'ın yeni döneminin habercisidir. Çok da sağlam bir hikayesi vardır. Latimer bu albümden Stationary Traveller yerine Long Goodbye'ı seçmiş. Yine güzel gitarlar ve mistik Camel rüzgarını estirerek pırıl pırıl bir gitar tonu ile çaldı ve konser bitti.

Konserin bitişi

Grup bize "uzun bir allahaısmaladık" demiş ve sahneden çekilmişti. Ancak, bu seyircinin onları bırakmak gibi bir niyeti hiç yoktu. Hepimiz gurubu yeniden sahnede görmek istiyorduk. Sağ olsunlar grup da çok nazlanmadı. Ancak, bu dönüşün yepyeni bir konsere dönüşeceğini sanırım ne biz ne de grup tahmin edebilirdi. Sahneye döndüler ve Latimer herkese çok içten bir teşekkür ettikten sonra Camel efsanesinin doğuş albümüne ışınlandık. Bu sefer Mirage albümüne uzanıp Lady Fantasy'e girdi grup ve o andan itibaren konser salonunda olan her seyirci kalan kontrolünü kaybetti. Canlı canlı Moonmadness'in tamamını, o muhteşem Rajaz'ı dinledikten ve Latimer'in bize sahnede açtığı kendi kişisel tarihini müzikal olarak izleme ayrıcalığına sahip olduktan sonra Lady Fantasy tam bir enerji patlamasıydı. Şarkının üç bölümünü de tek nota kesmeden çaldı grup. Bu kolay kolay izlenebilecek bir şey değildi gerçekten. Özellikle, Latimer'in sahnede bir anda gençleştiğini izlemek, seyirci ile birlikte coşuşunu görmek bambaşka bir keyifti. Sağlığı artık çok yerinde olmasa da 1,5 saat boyunca sahnede kalmış ancak konserin en sonunda konserin hiç bir anında olmadığı kadar enerjik bir haldeydi. Sadece şarkıyı dinlemek değil grubun seyirci ile bütünleşmiş halini görmek şahane bir şeydi gerçekten. Sanki tüm grup 20'li yaşlarına dönmüş o 70'lerin başındaki haliyle sahnedeydi. Çok büyük keyifti bunu görmek gerçekten.

İlk encore...

Tabii ki her keyfin bir sonu vardır. Lady Fantasy bitince Colin Bass Pete Jones'un koluna girip tekrar sahnenin önüne getirdi, grup bizleri tekrar selamladı, penalar atıldı, bagetler fırlatıldı ve uzun bir vedanın ardından ışıklar yakılırken grup sahneden ayrıldı. Ancak, bizlerin yine de salondan ayrılmaya pek niyetimiz yoktu. Alkışlar grup sahneden çekilmesine rağmen kıyamet gibi devam ediyordu. Yaklaşık 3-4 dakika sürdü bu nümayiş. Salondaki bazıları artık umudunu kaybetmiş ve salondan çıkmaya yeltenmişti ki bir anda ışıklar söndü ve grup sahneye geri döndü. İkinci "bis" için grup sahnedeydi işte. Latimer'in yorgunluğu yüzünden okunuyordu ancak diğer taraftan o kadar sevinçli ve minnettar gözüküyordu ki. Yine bizlere teşekkürler filan edildi ve grup hikayenin başladığı o ilk albüme dönüp tüm turnede ilk kez çalacakları bir şarkıyla İstanbul seyircisine teşekkürlerini ve minnetlerini gösterdiler ve Never Let Go'yu çalmaya başladı. Dünya gözüyle Never Let Go'yu gruptan dinlemek gibi çok özel bir şeyi yaşamak gerçekten çok şeye değerdi. Konser artık başlı başına bir nümayiş haline gelmişti şarkının başlaması ile. 45 yıl önce başlayan Camel'in progresif çöllerdeki hikayesi İstanbul'da bir salonda başladığı yerde son bulmaktaydı. Tarih kitaplarına girmeyecek tarihi anlardan birine sadece şahitlik etmiyor o anları grupla beraber yaratma keyfine varıyorduk.

Şarkının bitişi ile birlikte Colin Bass 10 dakika önce yaptığı gibi görme özürlü olan Pete Jones'un koluna girdi, onu sahne önüne, grubun yanına getirdi ve grup son kez bizleri selamlayarak sahneden ayrıldı. Bu son selamlamada Andrew Latimer'in ellerini yumruk yaparak kollarını göğsünde kavuşturarak defalarca bizleri selamlaması hem çok güzel hem çok hüzünlü bir andı gerçekten. Onlar bize progresif rock tarihinin en müstesna zamanlarından şahane örnekleri taşımış bizler de onlara hak ettikleri ilgiyi ve sevgiyi göstermiştik. Karşılıklı, özel ve benzerinin kolay kolay bir daha yaşanamayacağı bir etkileşimdi yaşanan. Bilet bulmak için harcadığım çabaya değmiş hatta onun çok ötesine geçmişti konser.


Konser sonu...
Şunu net olarak söyleyebilirim ki gittiğim konserler içinde en bilinçli seyirci Camel konserindeki seyirciydi. Konsere gelenlerin zaten bir kısmı Camel Fan Club üyesiydi ama onların dışında kalan büyük kitle de grubun müziğini ve gurubun tarihçesini çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Latimer'in özenle seçtiği belli olan konser listesi seyircide tam olarak karşılık buldu diyebilirim. Konser tamamen seyirci ile duygusal bir etkileşim içinde geçti. Herkes şarkılara dahil oldu. Bu hele bir progresif rock konserinde yakalanması zor bir şeydir. Sanırım tüm grup elemanları da buna şaşırmıştır. Açıkçası ben bir şekilde Rhayader Goes to Town, Echoes ve tabii ki Stationary Traveller'da dinlemek istedim ama grup toplamda 2 saatten fazla kalmıştı zaten sahnede. Bunları da çalsa en az yarım saat daha sahnede kalmaları gerekirdi ki Latimer'in özellikle ikinci bis'deki halini hatırlayınca bu tempoyu çıkartmasının imkansız olduğunu anlamak zor değil. Zaten bu konser onu o kadar yordu ki İsrail'deki son konserini ve ardındaki Hollanda konserini sandalyeye oturarak vermek zorunda kaldı. Hatta bazı konserlerinin tarihleri değişti. Her durumda bence Camel'ın İstanbul konseri şahane bir konserdi. Moonmadness'i kesintisiz ve canlı canlı dinlemek (ve izlemek), Pete Jones gibi bir yeteneği izleyebilmek ve daha önce duymamış olmaya hayıflanmak, o muhteşem Rajaz yorumunu dinlemek, canlı canlı Lady Fantasy ve Never Let Go'yu dinleyebilmek bile yeterli aslında. Diğerleri de olmayıversin canım (Yine de olsaydı iyi olurdu be...).

Adetim üzerine bu konsere puan vereceğim tabii ki. Puanım ise net bir 8 olur bu konser için. Sadece grubun şahane performansı değil, yapılan müziğe şahane uyan ışıklar ile de atmosfer bambaşka bir hal aldı gerçekten. Yapılan ışık oyunları hem şarkılara çok iyi uydu hem de konserin atmosferini daha da yükseltti. Sadece icralar, şarkı listesi ile değil bu açıdan da konser gerçekten dört dörtlüktü. Konserde sadece iki şeye takıldım. Birincisi davul sound'una. Clement'in davullarında bazı yerlerin soundunu sevmedim. Bunun ne davulun ayarlarından ne de Clement'in çalışından olduğunu düşünmüyorum. Bu belli ki ses teknisyeninin konser için yaptığı ses ayarlarından. Tom davullardaki bazı geçişleri duymak için sadece orayı dinlemek gerekiyordu. Bir de PSM bir rock konseri için ne kadar doğru bilemiyorum. Buraya ilk kez Camel konseri geldim. Bu yazıyı yazdığım bugün ise 3-4 kere konser izledim burada. Rock konseri ayakta izlenmeli bence. Seyirci açık bir alanda hareket edebilmeli. Tamam salon güzel filan ama rock için değil. Ha "Şehirde salon mu var kardeşim" derseniz, haklısınız derim.

Sonuç olarak bu konser benim beklentilerimin de üzerinde şahane bir konserdi. Latimer'in pek hakkı verilmese de niye büyük bir gitarist olduğuna canlı canlı şahitlik ettik, hatta bildiğimizin de ötesinde olduğunu kendi gözlerimizle gördük. Stationary Traveller zamanı Gilmore ile karşılaştırıldığında burun kıvırmalarımızın ne kadar cahilce olduğunu idrak ettik. Sonuçta, İstanbul'da öyle progresif bir çöl rüzgarı esti ki o rüzgarı orada olup hisseden herkes çok özel ve benzersiz bir gecenin sadece izleyicisi değil oyuncusu olarak evine döndü. Umarım bu rüzgar dünyanın bir yerlerinde esmeye devam eder. Zira, dünyayı değiştirmese de güzelleştiriyor. Tıpkı 23 Mayıs günü İstanbul'u güzelleştirdiği gibi.

Yorumlar

  1. Güzel yazı, konsere gidememiş prograsif tutkunları için anlatım yanında görsel olarak da iyi bir tanıklık.
    Not: Yazıda geçen "Hemingway'in Gazap Üzümleri'ndeki... " cümlesini Steinbeck'in olarak düzeltir misiniz?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akreplerin İstilası - Scorpions İstanbul'da

Wishbone Ash İstanbul'daydı...

Megadeth'in İstanbul Macerası