Aynadaki Akisin Ölümü

Gaipten gelen fikirlere yazılan hikayeler - 2

Odaya girdiğini ayağındaki yüksek topuklu terliklerin sesinden anladım. Ses, odanın kapısından yatağıma doğru yaklaştıkça ilerleyen karartı baş ucuma kadar gelince açtım gözlerimi. Gözlerimiz hiç büyümez biliyor musunuz? O yüzden küçülmezler de. Yattığım bu yatakta gittikçe küçülen ve artık hiç bir işe yaramayan bu vücutta hep eski günlerden kalan buruşuk bir fotoğraf gibi gözlerim. Kocaman ve geçmiş zamanlarımdan vücudumda kalan son iz. "Uyandırdım mı seni?" dedi en sevecen sesimle.  Arkasında kalan pencereden sızan gün ışığında üzerine giydiği yazlık ince kumaştan, askılı, beyaz üzerine iri kırmızı puantiyeli elbisemi ve beline taktığı kırmızı kemerimi görebiliyordum. Işık, eteğin kumaşı içinden geçerken uzun, düzgün ama zayıflıktan artık bir deri bir kemik kalmış bacaklarımın arasından süzülüyordu. Elimde tuttuğu serum torbasında kırılan ışık yüzünü görmemi engelliyordu. Bir kez gözlerimi açıp kapatarak yalan söyledim ona; "Evet". Uyanıktım aslında o gelmeden. Geldiğini daha koridorda başlayan ayak seslerini duyduğumda anlamıştım. Uyanığım Meri, çünkü bugün diğer günlerden farklı olacak. Farklı olacağını bildiğin bir günün öncesindeki gecede uyuyamaz insan. Ben de uyuyamadım dün gece. "Uyandırdığım için özür dilerim. Serumunu değiştirmem gerek. Nasılsın bugün?" dedi. Cevabımı beklemeden işini yaparak çok iyi öğrenmiş insanların yaptığı gibi önce makineyi kapattı, bitmiş serum torbasını makineden söktü, askıdan çıkardı, yeni torbayı askıya ve makineye taktı ve en son makineyi çalıştırdı. 1 saniyelik bir işti bu onun için. Üstümdeki yorganı kaldırıp bezimi kontrol etti. "Neredeyse, hiç bir şey yapmamışsın hayatım. Olsun. Ben yine de değiştireyim." dedi. Hasta bakma işini çok iyi yapar zaten. Tıpkı benim gibi. Hızla bezimi açtı. Odaya ağır bir koku yayıldı birden ama o hiç oralı olmadı. Artık kullanılamaz haldeki zayıf ve çelimsiz bacaklarımı kaldırıp bezi hızla aldı. Sonra, Her yanımı temizledi ıslak bir bezle ve güzelce kremledi. Kremin steril kokusu biraz önceki çiş ve bok kokusunu örterken de beni tekrar bezledi ve üstümü örttü. İşi bitince yatağımın yanına oturdu. "Rahatladın mı?" Tek bir göz açıp kapama; "Evet." Bu sefer gerçek bir "Evet” ti bu. Elbisenin askıları zayıflıktan saklanamayacak kadar ortaya çıkmış olan omuz ekleminin yumruları açıkça görülüyordu. Göğüsleri tıpkı benim gibi her biri derimin üzerinden fırlamış kaburgalarımın üzerinde durduğu gibi duruyordu. Yüzümdeki şark çıbanı gibi. Ellerimi ellerime aldı ve "Gelince sana masaj da yaparım, iyice rahatlatırım seni. Sonra çıkar biraz dolaşırız. Tamam mı?" dedi. Kalktı. Elinde biraz önce doldurduğu çöp poşeti ile pencereye yöneldi. Terliklerinden gelen sesin durmasıyla birlikte perde açılan pencereden gelen rüzgârla havalandı ve temiz hava odaya doldu. Kapıya yöneldi ve açtı. Tam kapıdan çıkarken geriye döndü. "Her şey güzel olacak. Hep iyi olacağız." dedi. Sırtından dışarıya fışkıran kürek kemiklerinin yarattığı o garip tepelere rağmen sırtı hala dimdikti. Eskiden kırmızı kemerimin oturduğu kalçalarım çok küçülmüştü ama hala kıvrımları görülebiliyordu belli belirsiz. Bir kez gözlerimi açıp kapattım yeniden. "Evet. Her şey güzel olacak. Hatta güzelin de ötesinde mükemmel olacak."

Odaya girdim. Elimde serum torbası yatağının yanına yürüdüm. Artık yüzündeki şark çıbanının bile küçüldüğü yüzünde kocaman bir fotoğraf albümü gibi duran gözlerini açtı. Ayağıma giydiğim topuklu terlikler çok ses yapmasa sanırım uyandırmazdım onu. Yine de uyandırdığım için ne kadar suçluluk hissetsem de gizli bir sevinç doldurdu içimi. Onun için süslenmiştim her sabah olduğu gibi. En sevdiği yazlık elbisesini giymiştim o sabah. Güneş, sağımdan yüzünü hafifçe aydınlatırken her zamanki gibi güzeldi yine. "Uyandırdım mı seni?" dedim uyanmasından dolayı içimde kabarmış sevinci göstermemek için olabilecek en şirin halimle. Gözlerini bir kez kapatıp açtı; "Evet." Gözlerimizle anlaşabiliyoruz biz. Gözlerine bakamadı gözleri daha fazla. Bugün gözlerinde farklı bir parıltı var. Korkutucu değil ama rahatsız edici bir parıltı bu. "Uyandırdığım için özür dilerim. Serumunu değiştirmem gerek. Nasılsın bugün?" diyorum serumunu değiştirmek için makinaya doğru dönerken cevabını bile beklemeden. Gözlerine daha fazla bakmaktan korkuyorum. Gözlerindeki parlaklığın odayı aydınlatan güneşten daha parlak olduğuna yemin bile edebilirim. Hızla değiştirdim serumunu. Bu konuda artık uzmanlaştım. Makinanın başına geçince o kadar hızlı yapıyorum ki bunu bazen ben bile şaşırıyorum artık hızıma. Bir gün yapılarak öğrenilen şeyler unutulmaz demişti. Ben de unutmuyorum, yaptıklarımı ve onlardan öğrendiklerimi. Çok hızlı değiştirdim serumu ama hala gözlerine bakmaya hala korkuyorum. Hemen dönüp yorganını kaldırıyorum üstünden. Bezini kontrol ettim hemen. Pek bir şey yok ama olsun. Gözlerine bakamam hala, "Neredeyse, hiç bir şey yapmamışsın hayatım. Olsun. Ben yine de değiştireyim." Islak bir bez aldım komodinin üstünden. Hızla bezi açtım, bacaklarını kaldırdım, bezi çektim altından. Bacakları ne kadar da çelimsizleşmiş ama eskisine göre daha da ağırlar sanki. Kalçaları o kadar ezilmiş ki vücudunun ağırlığından bacaklarını bez için kaldırmasam kıvrımını fark edemeyeğim. Islak bezle her yerini temizliyorum, kremliyorum. Böyle yapmazsam yara olurlar çünkü ve ben buna dayanamam. İçeride ağır bir koku var bezden yayılan ama alıştım buna ben. Temiz bezi bağlayıp yorganı örtüyorum yeniden. Yapabilecek her şeyi yaptım. Hazır değilim gözlerine bakmaya ama artık bundan kaçabileceğim bir sığınağım kalmadı. Yatağın yanına oturdum. Ellerini elleriyle tuttum, "Rahatladın mı?" Gözlerini bir kez kapatıp açtı yeniden; "Evet". Yine o garip pırıltı var gözlerinde. Sanki gözlerine biraz daha baksam kör olacağım. Kalktım. İçerideki ağır havanın tazelenmesi için pencereyi açtım. İçeriye dışarıdan tertemiz hava doldu hemen. Taze hava ayılttı beni. İçimdeki kasveti aldı. Güzel bir gün olacak bugün. Kapıya doğru yürüdüm. Gözlerine bir daha bakacak gücüm yok çünkü. Kapıyı açıp dışarı çıkacakken son bir kez görmek istedim onu. Durduramadım onu görme isteğimi. Geriye döndüm "Her şey güzel olacak. Hep iyi olacağız." Bir kez daha tek bir sefer gözlerini kapatıp açtı; "Evet." Pencereyi açık bırakıp odadan çıkıp kapıyı kapattım.

Bu eve taşınalı ne kadar oldu artık hatırlamıyorum ama tam bugün taşınmıştım. Eski apartmanları severim çocukluğumdan beri. Üniversiteyi bitirip bir iş bulduğumda artık tek başıma oturmam gerektiğine karar verince hep eski mahallelerde oturdum. Bu ev benim 3. evimdi. Taşınırken tanıştık onunla. Karşı dairemde oturuyordu. Eşyaları taşıyan hamalların peşinde bir yukarı bir aşağıya gidip gelirken merdivenlerin başında karşılaşmıştık. Daha doğrusu çarpışmıştık. Aynı katta karşı karşıyaydı evlerimizin kapısı. Kat komşumdu. Kitap kolileri daha gelmemeliydi çünkü kitaplığımı daha çıkarmamışlardı yukarıya. Evin açık kapısından merdivenlerin başına hırsla fırlamıştım. Tam o an çarpıştık işte. Üstünde kısa kollu bir gömlek, altında kot pantolon, ayağında kırmızı, topuklu bir ayakkabı, omuzunda da kocaman siyah bir çanta vardı. Göz göze geldik birden. Ela gözleri ve upuzun sarı saçları vardı. "Özür dilerim." dedim telaşla. Gülerek baktı bana. "Önemli değil. Kolay gelsin. Sanırım komşu olacağız. Bu evde de ben oturuyorum." dedi biraz önce çıkmış olduğu kapıyı göstererek. "Benim adım, İrem. Memnun oldum. Tekrar kusuruma bakmayın, taşınma işlerini pek sevmem. Biraz gerginim sanırım, telaşlandım." dedim. O kadar içten güldü ki birden rahatladım. "Benim adım da Meri. Ben de sevmem taşınmayı. Size kolay gelsin. Şimdi çıkmam gerek ama akşamüstü döneceğim. Yerleşmenize yardım edebilirim eğer isterseniz." dedi. Yüzünde çok güzel bir gülümseme vardı. "Görüşürüz." deyip hızla merdivenleri inmeye başladı. Topuklarından çıkan tıkırtılar apartmanın içinde yankılanırken o hızlı ritimle birlikte kayboldu birden. İnsanı ferahlatan bahar meltemi kadar güzeldi. Topuklarından çıkan o ritmik ses apartmanın duvarları içinde kaybolurken parfümünün kokusu hala orada asılı duruyordu. 

3 yıl oldu değil mi? Evet, tam 3 yıl oldu bugün. 3 yıl önce tam da bugün taşındı buraya. Tam kapıdan çıktığımda çarpıştık. Kıvır kıvır siyah saçları, yüzündeki şark çıbanı ve iri siyah gözleriyle şaşkın şaşkın bakakalmıştı öyle. Üstünde beyaz bir t-shirt, altında yırtık bir kot pantolon, ayağında spor ayakkabılar vardı. O kadar sevimli ve güzeldi ki. "Özür dilerim." dedi telaşlı telaşlı. Güldüm sadece. "Önemli değil. Kolay gelsin. Sanırım komşu olacağız. Bu evde de ben oturuyorum." dedim kapımı göstererek. "Benim adım, İrem. Memnun oldum. Tekrar kusuruma bakmayın, taşınma işlerini pek sevmem. Biraz gerginim sanırım, telaşlandım." dedi. O kadar güzel ve samimi söyledi ki bunları. Çok güzeldi. Yaramaz bir sokak çocuğu gibiydi karşımda. Hani oyun oynamak için ikide bir evden kaçan haylaz kız çocukları vardır ya, işte karşımdaydı. O anda sevdim onu. "Benim adım da Meri. Ben de sevmem taşınmayı. Size kolay gelsin. Şimdi çıkmam gerek ama akşam üstü döneceğim. Yerleşmenize yardım edebilirim eğer isterseniz." dedim. Kalbim hızla çarpmaya başladı birden. Gözlerine baktıkça ona sarılmak istiyordu içimde bir şey. Korkmuştum kendimden. "Görüşürüz." deyip hızla inmeye başladım merdivenleri. Merdivenlerden inerken yüzü gözümün önünden gitmiyordu.

Akşamüstü kapımı çalmıştı aynı gün. Yüzünde yine o sıcacık gülümseme ile karşımdaydı kapıyı açtığımda. "Yardım istersin diye düşündüm." dedi. Evet, yardıma ihtiyacım vardı. Yeni bir ev, yeni bir mahalle, yeni bir iş. Yardıma gerçekten ihtiyacım var. Kapının önünden çekilip içeriye buyur ettim onu. Bütün eşyalarım salonda darmadağındı. Büyük kanepenin üstündeki eşyaları sağa sola itip oturmalık bir yer açtım ona. "Darmadağınık ortalık. Kusura bakma, yeni gitti taşıyıcılar." dedim. "Saçmalama." dedi gülerek. "Dağınık olmasa bana niye ihtiyacın olurdu ki. Mutfaktan başlayalım bence. Mutfağı adam edersek, gerisi kolay." Önce mutfağı toparladık, ertesi gün de yatak odası ve salonu. 3. gün de kalan kıvır zıvırı toparladık birlikte. 3. gün elinde bir şişe kırmızı şarapla gelmişti. "Artık iş bitti. Şimdi biraz da evin keyfini çıkarmak gerekir." dedi. Kıvır zıvır toplama işi bitince açtık şarabı. Birbirimize hikâyelerimizi anlattık. Evi babadan kalmaymış mesela, hiç ayrılmamış bu mahalleden. Babası öldükten sonra onun iş yerini işletiyormuş mesela. Ben ne kadar çok yere aitsem o da o kadar buraya aitti. Hayatlarımızın nasıl yavaş yavaş değiştirdiğini göremeyeceğim kadar güzeldi. Gözlerinin içinde derinde bir yerde duran gizemi görmenizi engelliyordu güzelliği. Gözlerine baktığımda hissettiğim ürpertinin ne kadar gerçek olduğunu anlayabilmek için çok daha uzun bir zaman geçmesi gerekecekti ama bunu görmek bugünkü halime gelmemi engelleyemeyecekti.

Aynı gün akşamüstü kapısını çalmaktan alıkoyamadım kendimi. Bütün gün gözümün önünden gitmemişti o iri siyah gözleri gözümün önünden. Bir de yüzündeki o şark çıbanı. Onu bir daha görmek istiyordum. Merak ediyordum onu. Elbiseleri nasıldı mesela? Eşyaları nasıldı acaba? Ne kitapları vardı, ne dinlerdi? Kapısını çalarken kalbim yine hızla atmaya başlamıştı. Kapıyı açtı. Yine o iri siyah gözler karşımdaydı işte. "Yardım istersin diye düşündüm." dedim. Yeni taşınan bir insanın yardıma ihtiyacı olmalıydı. Beni kabul edecek miydi acaba içeriye? Çok merak ediyorum içeride neler olduğunu. O iri gözlerin arkasında sakladığı dünyayı bilmek istiyorum. Durduramıyorum bu isteğimi. Buyur etti beni içeriye. Evet, içerideyim işte. Ortalık darmadağın. Normal bir şey bu. Büyük bir kanepe var salonun bir köşesine konulmuş. Üstündekileri sağa sola ittirip bana oturmak için yer açmaya çalıştı. Oturmak istemiyorum ki ben. Ben bilmek istiyorum seni. Onda istediğim bir şey vardı ilk gördüğüm andan itibaren hissettiğim ama ne olduğunu bilmiyordum hala. "Darmadağınık ortalık. Kusura bakma, yeni gitti taşıyıcılar." dedi. "Saçmalama." dedim gülerek. "Dağınık olmasa bana niye ihtiyacın olurdu ki. Mutfaktan başlayalım bence. Mutfağı adam edersek, gerisi kolay." Mutfakta önce dolapların içlerini sildik. İçlerinde neler oldukları yazılı kutular sağda solda üst üste duruyorlardı. Önce mutfak örtülerinin olduğu kutuyla başladık. Sonra bardaklar, tabaklar, çatal-bıçaklar, tencereler. Her şeyin bir düzeni vardı. Her şey rengârenkti. Kırmızı-beyaz tabaklar, mor çatal ve bıçaklar, renkli çay bardakları, boy boy su bardakları, vs. Bir de dünyanın envayi çeşit yerinden magnetler. Bu sokakta olmayan, hiç görmediğim dünyalardan gelen farklı hayatların siluetleri. Ertesi gün yatak odasını topladık, bir de salonu. Ne kadar çok kolsuz elbisesi vardı. Her biri de çok güzeldi. Vücudunun kıvrımlarını ne de güzel gösterirdi giydiğinde. Rengarenkti koltukları, perdeleri. Evi düzenlediğimizde gökkuşağına benziyordu her yeri. Onun o iri siyah gözleri ve şark çıbanı o gökkuşağının içinde ip atlayan yaramaz bir sokak kızıydı adeta. Yaramaz ve çok güzel bir sokak kızı. Taşınmasının 3.günü bir kırmızı şarap ile gittim ona. "Artık iş bitti. Şimdi biraz da evin keyfini çıkarmak gerekir." dedim. Onu bilmek, daha çok bilmek istiyordum. Taşradaki evlerini anlattı bana, üniversite için nasıl İzmir'e gittiğini, tek çocuk olduğunu, anne ve babasını nasıl bir trafik kazasında kaybettiğini, 2 yıl Avrupa’yı amaçsızca gezdiğini, parası bitince nasıl ülkeye dönüp hem çalışıp hem de okulu bitirdiğini, bu evin onun İstanbul'daki 3. evi olduğunu, şehir kütüphanesinde çalıştığını. Ne güzel bir hayatı olmuştu. O anlatırken sadece o güzel siyah gözlerine bakıp dalıyordum. O gece fark ettim ellerinin güzelliğini. Sadece ellerinin değil, ayaklarının, bacaklarının, kalçalarının, göğüslerinin, sırtının, kollarının, hatta yüzünde ailesinden kalan tek mirası olan o şark çıbanının. Benim içinde sıkıştığım bu mahallenin, bu şehrin dışında başka bir güzellikti o. Onun sahip oldukları ile değil ona sahip olmak istedim. Aşık olmak değildi bu. Onu öpmek, onunla sevişmek dışında, daha da ileride bir şey olmalıydı bu hissettiklerimi hayata geçirecek. Sevmek böyle bir şey değil mesela. İnsan kendisinde olmayan şeyleri sever aslında, sevişirken kendisinin dışında bir başka benliğin iktidarına boyun eğer. Ben iktidar aramıyordum. İktidar olmak değil insanın insana karşı o sevgi iktidarından azade bir şey istiyordum. O olmak istiyordum. O gözlerimin içine büyük bir sevgi ile bakarken ben onun gözlerinden hayatını içiyordum.

Şarap içtiğimiz o günden sonra bir süre görmedim onu. Kütüphanede fazla mesai yapıyordum çoğu zaman. Erken çıkıp geç geliyordum eve. Gece ışığını görüyordum ama uğramak istemiyordum bir türlü. Hem yorgun oluyordum hem de onu görünce içimde bir ürperti oluyordu tanımlayamadığım. Arada o ela gözleri, düz sarı saçları gözümün önüne geliyordu. O zamanlar onunla beraber vakit geçirmeyi istiyordum ama içimden bir şeyler "Dur." diyordu, "Yapma." Yine de onu düşününce kalbim hızla atmaya başlıyordu. Başımı omzuna koyup uyumak istiyordum ama içimde bir şey yapmama engel oluyordu. Bir akşamüstü sokaktaki markete girdim. Raflar arasında yürürken rafın birine bir şişe kırmızı şarap almak için sol elimi uzattığımda kendi sol elimle göz göze geldim. Elim öylece havada kalmıştı. İnsan kendi elini bir başka kolda aynı rafa ve aynı şeye uzanmış görünce şaşırıyor birden. Ürpererek kolun uzandığı yere döndüm. Karşımdaydı ela gözleri ve kıvırcık koyu renk saçları ile. Ne diyeceğimi bilemedim ona. Hala elimi bedenim dışında bir yerde görmenin verdiği ürpertiyle tüm vücuduma ter basmıştı. "Selam." dedi gülerek. Yine gözlerinin içinden bir gülüşle yakaladı beni. "Merhaba." dedim. "Sana o gece getirdiğim şaraptan bu. Sevdin demek ki." dedi. Ben ise uzandığım şarabın o gün içtiğimiz şarap olduğunun farkında bile değildim. Uzandı ve iki şişe şarap aldı raftan, birini bana uzattı. Ellerim yine karşımdaydı. Ürpermedim bu sefer. "Ellerimiz ne kadar benziyormuş birbirine." dedim içimden. Beraberce alışveriş yaptık. Havadan sudan konuştuk ayak üstü. "Saç modelin yakışmış." dedim ona. "Ama kıvırcık saçı kullanmak zor olur, kendimden biliyorum." dedim sonra. "Olsun. Değişiklik istedim biraz. Sıkıldım pırasa gibi saçlarla dolaşmaya." dedi. O kadar güzel gülüyordu ki. Apartmana beraber girdik, evlerimize yöneldik ve ayrıldık. Kapımı kapattığımda hala elleri gözümün önündeydi. Neden daha önce ellerimizin bu kadar aynı olduğunu fark etmemiştim ki? 3 ay sonra bir sabah katın koridorunda karşılaştık yeniden. Karşılıklı günaydınlaştık. "Akşam bana gelsene?" dedi. "Uzundur görüşmedik, sohbet ederiz biraz." "Olur" dedim.

O günden sonra aklımdan çıkmadı hiç. Çok çalışıyordu. Her sabah erkenden çıkıyor gece geç saate kadar gelmiyordu. Unutmuştu beni. Ama ben onu unutmadım. Gizlice yaptırdığım anahtarı ile her gün evine girdim. Giysilerini seyrettim, kitaplarını okudum, aynı diş macununu kullanmaya başladım, aynı terliklerden aldım, aynı bardakları edindim. Yetmedi bu bana. Önce saçlarımı onun saçlarının aynısı yaptım, siyah ve kıvırcık. Siyah lensler aldım. Hala yetmiyordu bu bana. Sonra? Sonra elleri aklıma geldi. İnce, uzun, nazik elleri. Evet, o elleri de istiyordum. Sadece onları tutmak değil onları bedenimde istiyordum. Tıp çok gelişti biliyor musunuz? 2 ay sürdü ellerimi onun elleri yapmak. 2 ayrı ameliyat ile onun elleri artık benim de ellerimdi. Sonra, kalça ameliyatı geldi, sonra göğüs. Bir tek şark çıbanını yapmayacağını söyledi doktor. O da makyajla halledilebilirdi. Ona sahip oluyordum yavaş yavaş. En sonunda benim olacaktı, biliyordum. Hem o hem de tüm hayatı. O gün markete girdiğini görünce o kadar sevindim ki. Beni unutmuş olması, aramaması umurumda bile değildi. Ardından markete girdim hemen. Takip ettim onu fark ettirmeden. Tam o şarap şişesine uzandığında cesaretlendim. O gece ona getirdiğim şaraba uzanmıştı işte. O da beni istiyordu bilinçsizce. O da buna rıza gösterecekti. Benim rol modelim, hayat modelim olmayı kabul edecekti sonunda. Sol elimi şişeye uzattım tam o da sol elini şişeye uzattığında. Eli bir anlığına havada kaldı. heyecanı ve ürpertisini olduğum yerden hissedebiliyordum. İzin verse hemen saçlarını okşar onu sakinleştirirdim ama o kadar samimi değildik daha. Buna vakit vardı. "Selam." dedim gülerek. "Merhaba." dedi bana. Hala elini başka bir kolda görmenin şokunu yaşıyordu belli ki ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. "Sana o gece getirdiğim şaraptan bu. Sevdin demek ki." dedim. İnsanın bilinçaltı böyledir işte demedim ona. Bana olan sevginden o şarapları alıyorsun demedim. Sadece iki elimle rafa uzanıp iki şişe şarap alıp birini ona uzattım. Ellerine baktı elini uzatıp şarabı almadan önce. İşte eli eline ilk kez o zaman değdi. Şarabı aldı, market arabasına koydu. Beraberce alışveriş yaptık. Tanrım, ne güzel bir gece. Beraberce çıktık kata. O evine girdi. Onu o gece eve çağırmadım çünkü son iki ameliyatımın bitmesi gerekiyordu onunla görüşmek için. 3 ay sonra her şey hazır olacaktı. O 3 ay bittiğinde bir sabah kapıdan çıkışını bekledim. Tam kapıdan çıktığında ben de kapımı açıp çıktım. Karşılıklı günaydınlaştık. "Akşam bana gelsene. Uzundur görüşmedik, sohbet ederiz biraz." dedim. "Olur" dedi. Yeni burnumu ve siyah lenslerimi fark etmemişti.

Akşam evinin kapısına gittiğimde elimde bir şişe kırmızı şarap vardı. O gün bana getirdiğinden. Kapıyı açtı. Karşımda duruyordum. Siyah gözlerim, şark çıbanım, kıvırcık siyah saçlarım ile ben karşımdaydım. "Girsene" dedi. "Ne oldu? Niye duruyorsun kapıda." İçeri girdiğimde evinin her şeyi ile benim evimin aynısı olduğunu gördüm. Aynadaki bir akiste hapsolmuş gibiydim. "Ne yaptın sen?" diyebildim sadece. "Hiç bir şey." dedi. "Sen olmamı seversin diye düşünmüştüm." diye devam etti "Çünkü seni çok seviyorum." Evden çıkmak istiyordum ama yapmadım bunu. Ben olmak isteyen birisi olması hoşuma gitmişti çünkü. Hiç ben olmak isteyecek birisinin olabileceği aklıma gelmemişti bugüne kadar. Demek o kadar güzeldim ve o kadar farklı. Elimdeki şişeyi aldı, masaya bıraktı. beraberce koltuğa oturduk. Kendime hiç bu kadar dışarıdan bakmamıştım. Öpüştük. Sevilmek hoşuma gitmişti çünkü. Sevilmek için bu oyunu oynanın bir sorun oluşturabileceğini düşünmemiştim. Hayatımın en garip sevişmesini yaşadım o akşam. Kendimle sevişmiştim. Bu bir oyunsa ve ben buradaki ana karaktersem ne olabilirdi ki. Artık beni sadece seven değil bana tapan bir sevgilim vardı ve onun modeli olmak niye bir sorun olsundu ki. Hem seni seven birisi varsa sevilmeyi sevmek daha kolay değil miydi? O gecenin hayatımı nasıl ters yüz edeceğini iliklerime kadar hissediyordum ama sevilmek ve seni sevenin tanrısı gibi hissetmenin sihrine kapılmıştım. Koridorda ona çarptığım gün yaşadığım garip heyecanı yaşıyordum ama bu sefer onun değil sadece kendi kokum vardı havada salınan.

Akşam kapımı çaldı. İşte, büyük gün bugündü. Ya kendini kabul edecek ve bana kendi hayatını sunacaktı ya da... Kapıyı açtım. O büyük siyah gözleri kocaman açıldı önce. Kapının önünde donmuş kalmıştı. İçeriden vuran ışık ile çok güzel ve çok korumasız görünüyordu. "Girsene" dedim. "Ne oldu? Niye duruyorsun kapıda." İçeriye girdiğinde hemen tanıdı evini. Şaşkınlıkla evin zaten gayet iyi bildiği her detayını inceliyordu. "Ne yaptın sen?" diyebildi sadece. Elindeki şarap şişesini sıkı sıkı tutuyordu. "Hiç bir şey." dedim. "Sen olmamı seversin diye düşünmüştüm. Çünkü seni çok seviyorum." Korktuğu belliydi ama yapmadı bunu. Bu beni kabul ettiği demek değil de neydi şimdi. Kendine âşık olmuştu işte. İnsan tanrılaştırılmayı sever çünkü. Yeter ki birisi ona tanrı rolünü versin, vazgeçemez bundan. İnsan işte tam da bu yüzden kaybeder hep. Kendini en güçlü ve yüce hissettiğinde kendini bırakır. Ben de ona bunun en ihtişamlı halini sunuyorum işte. Hem de isteyerek. Elindeki şişeyi aldım. Onu koltuğuna oturttum ve öptüm. Artık onunla ilgili her şeye sahip olabilecektim. Sevmese de onu seveni kabul eden insanlar hayatının dizginini bırakır karşısındakine önce. Daha sonra da geri almak için uğraşır. Şimdi ise dizginler benim elimdeydi. Onunla sevişerek tümüyle ona sahip oldum. Sevişmek bir iktidar oyunudur. Bu oyunda her zaman seven kazanır. Âşık değilsen ve sırf seni sevdiği için birisiyle sevişiyorsan hayatını seviştiğine vermişsin demektir. Artık iktidar sevendedir. Bunu anladığında ise sen de katiline âşık bir mahkum olmuşsundur çoktan. İşte o gece benimle sevişerek hayatının anahtarını verdi bana farkında olmadan. Çünkü insan kendini en tepede hissettiğinde kaybeder iktidarını.

O geceden sonra hiç bir şey aynı değildi benim için artık. Başta her şey çok güzeldi. Ben olmak için çırpınan, benim her yaptığımı kabul eden bir insanla beraberdim. Cinsiyetin getirdiği tüm sınırların dışında başka bir şeydi bu ve hoşuma gitmişti. Aynı evde yaşıyor, aynı kıyafetleri giyiyor, aynı yemekleri seviyor, aynı şarabı içiyor, aynı filmleri izliyorduk. Yavaş yavaş sıkılmaya başladım zamanla. Her gün bir aynaya bakarak yaşamak gibiydi her şey bir süre sonra. Farklı bir şey yapmak istediğimde o da hemen aynı şeyi yapıyordu. Zaman geçtikçe öpüşmek aynada kendi aksinle öpüşmek gibi geliyordu bana. Her an her şeyimiz aynıydı artık. Aynı cümleleri kuruyor, aynı kelimeleri konuşuyorduk. Her gittiğim yerde beni izliyor, çöplerimi karıştırıp farklı bir şeyler yapıp yapmadığımı kontrol ediyordu. Bana ait her şeyin sahibi olmuştu sanki. Hayatım yavaş yavaş bir hapishaneye dönmüştü. Sevilmek, tapınılmak güzeldi ama hayatta her şeyiyle aynı ben olan bir başka varlığa tahammülüm kalmamıştı. Dünyaya iki tane ben fazla geliyorduk. Kendimden nefret eder hale gelmemek için bunu artık bitmeliydim. Ona bu işin yürümeyeceğini ilk söylediğimde alaycı bir suratla bana baktı. "Yürüyecek. Ben bitirmeden bu bitemez çünkü bu benim oyunum senin değil. o gece oynamayı kabul ettiğin anda senin söz hakkın kalmadı ki." dedi. Gözlerinde koca bir boşluk vardı bunu söylerken, korkutucu bir boşluk. "Bu oyunu birimiz ölünceye kadar sürdüreceğiz. Çünkü seni seviyorum ve sen de seni sevmemi sevdiğin için bu oyuna girdin. Seni sevdiğim sürece bu oyun sürecek. Kaçamazsın." dedi. İlk kez anladım neyle karşı karşıya olduğumu. Sustum. O gece eşyalarımı toplamak istediğimde ilk kez vurdu bana yatak odasında. Ağlıyordum. Sağ kolum dolaba çarpıp kesilmiş kanıyordu. Salona gitti. Geri geldiğinde elinde kocaman bir bıçak vardı. Bana doğru tutup "O gece içeri girmeseydin böyle olmazdı." dedi. Yanıma geldi sonra. Koluma baktı. Elindeki bıçakla aynı yerde, aynı şekilde bir kesik yaptı. "Bu oyundan kaçış yok. Bak, senin yaranı bile vücuduma yapmadan duramayacak kadar çok seviyorum seni." Sonra ekledi; "Çünkü sen bu oyunda tanrıysan ben de seni tanrı yapanım. Tanrılar onları tanrı yapanlar istemeden gidemezler."

Artık benim oyunum başlamıştı. Her şey tam hayal ettiğim mükemmellikteydi. Ona kendisi olmak isteyen bir sevgili sunmuştum ve o da kabul etmişti. Aynı evde yaşıyor, aynı kıyafetleri giyiyor, aynı yemekleri seviyor, aynı şarabı içiyor, aynı filmleri izliyorduk. Her adımını izliyordum. Gerekirse çöplerini bile karıştırıyordum onunla aynı şeyleri yapabilmek için. Bir gün karışma geçip artık bunu yürütmek istemediğini söyledi. Ayrılacakmış. Bak sen şuna! Sevilirken güzel de sonrası niye yok. Niye? "Yürüyecek." dedim, "Ben bitirmeden bu bitemez çünkü bu benim oyunum senin değil. o gece oynamayı kabul ettiğin anda senin söz hakkın kalmadı ki." Çok sinirlenmiştim. Ben onu taparcasına severken, hayatımı ona adamışken nasıl olur da gitmeye kalkardı? "Bu oyunu birimiz ölünceye kadar sürdüreceğiz. Çünkü seni seviyorum." dedim "ve sen de seni sevmemi sevdiğin için bu oyuna girdin. Seni sevdiğim sürece bu oyun sürecek. Kaçamazsın." Bana korkuyla baktı. O gece, evime girerken yaşadığı gibi bir korku değildi bu. Dehşetli bir korkuydu. İliklerine kadar işlemişti. Yatak odasına gitti ağlayarak. Sinirimin geçmesini bekledim biraz. Ona istemeden kötü bir şey yapmak istemiyordum. Bir süre bekledim. Sonra yerimden kalkıp yatak odasına gittim. Dolapları açmış kafası dolabın içinde eğilmiş eşyalarını topluyordu. Hızla yanına gittim, ellerimi kıvırcık siyah saçlarının arasına soktum, onu çekip suratına sert bir tokat attım. Bunu yapmak istemiyordum hiç ama zorlamıştı beni buna. Sağ kolunu dolaba çarptı. Kolu kesildi ve kanamaya başladı. Dolabın köşesine iki büklüm sıkışarak kolundaki kanayan yeri diğer eliyle tuttu ve ağlamaya başladı. Çok sinirliydim. Hem ona hem kendime. Yani bize. Kendimi bilmez halde mutfağa gittim. Gözüme çarpan en büyük bıçaklardan birini aldım ve geri döndüm. Kaçmasına izin veremezdim. Bu oyun bitemezdi. Bıçağı ona sallayıp "O gece içeri girmeseydin böyle olmazdı." dedim. Bunu söyleyince sinirim azaldı bir an. Yanına gidip kolundaki kanayan yaraya baktım. Ona onu nasıl sevdiğimi göstermeliydim. Elimdeki bıçakla aynı yarayı aynı yere yaptım gözünün önünde. "Bu oyundan kaçış yok. Bak, senin yaranı bile vücuduma yapmadan duramayacak kadar çok seviyorum seni." dedim ona. Sonra ekledim; "Çünkü sen bu oyunda tanrıysan ben de seni tanrı yapanım. Tanrılar onları tanrı yapanlar istemeden gidemezler."

Korktum. Hem de çok korktum. O yüzden kaçamadım ama oyuna devam etmek çok zordu. Sonunda bu büyük planı hazırladım işte. Hem oyunu bozacak hem de ondan kurtulacaktım. Hayır, intihar etmeyecektim tabii ki. Daha doğrusu onun gittiğini ya da öldüğünü görmeden ölmeyecektim. Önce taklit edemeyeceği şekilde yaralanmama gerekiyordu. O da kendine bunu yapacak ve ondan tamamen kurtulacaktım. Ya o bunu yapmazsa? O zaman da onu başka şekilde öldürecektim. Önce içine zehir enjekte bir şişe kırmızı şarabı (sanırım o geceki şarap olduğunu söylememe gerek yok) onun evde olmadığı bir gün güzelce paketledim. Bu paketi de onu atlatmayı başararak bir kargo şirketine tam 1 yıl sonra bana göndermeleri için verdim. Eve dönünce, planımın son adımını attım. Perde asıyormuş gibi bir sandalye üzerine çıkacak, perdenin ucunu kornişe takıp ve kendimi yere bırakacaktım. Yere koymuş olduğum demir parça tam 5. omur kemiğimi kırmalıydı. Felç olacaktım. Böylece, ya benim gibi o da kendini felç edecek ve ondan kurtulacaktım ya da en azından felç olduğum için onunla sevişmek zorunda kalmayacaktım. Sonuç tam istediğim gibiydi. Yere kendimi bırakmamla boynumun arkasından gelen kemik sesi arasında saliseler vardı. Bütün vücudum elektrik verilmiş gibi sarsıldı. Başımda o kadar büyük bir ağrı vardı ki dayanılacak gibi değildi. Bağırmak için ağzımı açıp bağırmak istediğimde kendi sessizliğim içinde acım daha da büyüdü. Artık konuşmam da mümkün değildi. Bir saat sonra eve geldiğinde beni yerde yatarken buldu. Delirmiş gibiydi. Hastane, uzun tedavi süreci, vs.de yanımdan hiç ayrılmadı. Devamlı ağlıyordu. Bir gün sağ omzu çıkmış halde geldi yanıma. Omzu sarılıydı. Hiç bir şey söylemedi ama o da kendini sakatlamayı denemiş ama becerememişti anlaşılan. Bir daha denemedi. Hastane tedavim bitince beni eve götürdü. O günden beri her gün bana baktı. Bense bugünü bekledim. Kargo gününü. İşte bugün o gün.

Çok korkmuştu. Bir daha da kaçmaya çalışmadı. Artık sevgimi büyük bir itaatle kabul etmişti. Tüm tanrılar gibi o da rolünü oynayacaktı. Onun rolü örnek olmak ve kendine tapanlara bu sevgilerinin karşılığını vermekti. O da bunu yaptı. O kötü kaza olmasaydı, gayet mutluyduk biz. O olarak ben, ben o olduğum için de o mutluydu. Hayatımız düzene girmişti yeniden. O gün eve geldiğimde yerde yatıyordu. O siyah iri gözleri boşluğa öylece bakıyordu. "İrem" diye bağırdım, "İrem, ne oldu sana?" Hiç bir tepki vermiyordu. Önce nabzına baktım. Atıyordu. Hemen telefona sarılıp ambulans çağırdım. Hastaneye kaldırdık hemen. Boynunda ağır bir kırık vardı. Ölmemesi mucizeydi. Ancak tüm vücudu felç olmuştu. Hiç bir şey hissetmeyecekti bundan sonra. Konuşamayacaktı da. Buna nasıl dayanacaktım ben. Bir gün ben de aynı sandalyeye çıktım bıraktım kendimi aşağıya. Omzum kırıldı ama beceremedim boynumu onun gibi yaralamaya. O felç olduysa benim de olmam gerekirdi ama olamadım ben. Beceremedim bir türlü. Ben o olmak istiyordum. Felç olamıyorsam onun gibi zayıflayacaktım. Onunla aynı kiloda olacaktım, aynı şekilde bacaklarım incelecekti, göğüslerim küçülecekti. Gerekirse kendi altımı da bezleyecektim. Onun gibi olmanın bir çok yolu olmalıydı. Tanrı ölmediğine göre tanrıyı seven de sevmekten vazgeçmeyecekti. 1 yıldır ona bakıyorum şimdi. Onunla aynı kiloya gelebilmek için yediğim her şeyi kusuyorum sonra. Gece o bilmiyor ama ben de altımı bezliyorum. Onun gibi düz yatıp uyuyorum hiç dönmüyorum. Bugün iyi gözüküyor ama. Gözlerinde o ilk gün karşılaştığımız yaşam sevinci var. Bu güzel. Demek ki seviyor hala beni.

Kapı çaldı. Kargo geldi sonunda. Kapıyı açtığını duyuyorum. Kapandı şimdi. Kargo olmalı bu. Ayak seslerini duyuyorum. Bana doğru geliyor koridordan. Kapıyı açıyor. Elimde şarap şişesini tutuyor. Evet, kargo gelmiş. Sevinçli. "Ne kadar düşünceliymişsin sevgilim. Bunu içmek için sabırsızlanıyorum. Keşke senle beraber içseydik ama senin için de bir kadeh koyacağım masaya." Kapıyı kapatmadan odadan çıkıyor. Ayak seslerinden mutfağa gittiğini anlayabiliyorum. Mantarın sesi geliyor, "Pot!!!" Sonra şarabın kadehlere boşalmasının sesi geliyor. Mutfaktan bağırıyor, "Şerefine aşkım, şerefine tanrıçam. Bu kadeh senin için." Evet, bu kadeh benim için Meri. Kurtuluşum için. 1 dakika sonra mutfaktan büyük bir gürültü geliyor. Bir kaç tabak ve bardak sanırım yere düşen, bir de Meri. Büyük bir sessizlik evin içinde. Uçuşan perdeden giren temiz hava. Serumum 2 saate biter. Serum bitince en fazla 2 saatlik ömrüm var benim de. Bak söylemiştim işte. Her şey mükemmel oldu. Ah Meri keşke gitmeme izin verseydin. Ölmeyi hak etmemiştik ikimiz de...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akreplerin İstilası - Scorpions İstanbul'da

Wishbone Ash İstanbul'daydı...

Megadeth'in İstanbul Macerası