Aynadaki Akisin Ölümü
Gaipten gelen fikirlere yazılan hikayeler - 2
Odaya girdiğini ayağındaki yüksek topuklu
terliklerin sesinden anladım. Ses, odanın kapısından yatağıma doğru yaklaştıkça
ilerleyen karartı baş ucuma kadar gelince açtım gözlerimi. Gözlerimiz hiç
büyümez biliyor musunuz? O yüzden küçülmezler de. Yattığım bu yatakta gittikçe
küçülen ve artık hiç bir işe yaramayan bu vücutta hep eski günlerden kalan
buruşuk bir fotoğraf gibi gözlerim. Kocaman ve geçmiş zamanlarımdan vücudumda
kalan son iz. "Uyandırdım mı seni?" dedi en sevecen sesimle.
Arkasında kalan pencereden sızan gün ışığında üzerine giydiği yazlık ince
kumaştan, askılı, beyaz üzerine iri kırmızı puantiyeli elbisemi ve beline
taktığı kırmızı kemerimi görebiliyordum. Işık, eteğin kumaşı içinden geçerken
uzun, düzgün ama zayıflıktan artık bir deri bir kemik kalmış bacaklarımın
arasından süzülüyordu. Elimde tuttuğu serum torbasında kırılan ışık yüzünü
görmemi engelliyordu. Bir kez gözlerimi açıp kapatarak yalan söyledim ona;
"Evet". Uyanıktım aslında o gelmeden. Geldiğini daha koridorda
başlayan ayak seslerini duyduğumda anlamıştım. Uyanığım Meri, çünkü bugün diğer
günlerden farklı olacak. Farklı olacağını bildiğin bir günün öncesindeki gecede
uyuyamaz insan. Ben de uyuyamadım dün gece. "Uyandırdığım için özür
dilerim. Serumunu değiştirmem gerek. Nasılsın bugün?" dedi. Cevabımı
beklemeden işini yaparak çok iyi öğrenmiş insanların yaptığı gibi önce makineyi
kapattı, bitmiş serum torbasını makineden söktü, askıdan çıkardı, yeni torbayı
askıya ve makineye taktı ve en son makineyi çalıştırdı. 1 saniyelik bir işti bu
onun için. Üstümdeki yorganı kaldırıp bezimi kontrol etti. "Neredeyse,
hiç bir şey yapmamışsın hayatım. Olsun. Ben yine de değiştireyim."
dedi. Hasta bakma işini çok iyi yapar zaten. Tıpkı benim gibi. Hızla bezimi
açtı. Odaya ağır bir koku yayıldı birden ama o hiç oralı olmadı. Artık
kullanılamaz haldeki zayıf ve çelimsiz bacaklarımı kaldırıp bezi hızla aldı.
Sonra, Her yanımı temizledi ıslak bir bezle ve güzelce kremledi. Kremin steril
kokusu biraz önceki çiş ve bok kokusunu örterken de beni tekrar bezledi ve
üstümü örttü. İşi bitince yatağımın yanına oturdu. "Rahatladın mı?"
Tek bir göz açıp kapama; "Evet." Bu sefer gerçek bir "Evet”
ti bu. Elbisenin askıları zayıflıktan saklanamayacak kadar ortaya çıkmış olan
omuz ekleminin yumruları açıkça görülüyordu. Göğüsleri tıpkı benim gibi her
biri derimin üzerinden fırlamış kaburgalarımın üzerinde durduğu gibi duruyordu.
Yüzümdeki şark çıbanı gibi. Ellerimi ellerime aldı ve "Gelince sana
masaj da yaparım, iyice rahatlatırım seni. Sonra çıkar biraz dolaşırız. Tamam
mı?" dedi. Kalktı. Elinde biraz önce doldurduğu çöp poşeti ile
pencereye yöneldi. Terliklerinden gelen sesin durmasıyla birlikte perde açılan
pencereden gelen rüzgârla havalandı ve temiz hava odaya doldu. Kapıya yöneldi
ve açtı. Tam kapıdan çıkarken geriye döndü. "Her şey güzel olacak. Hep
iyi olacağız." dedi. Sırtından dışarıya fışkıran kürek kemiklerinin
yarattığı o garip tepelere rağmen sırtı hala dimdikti. Eskiden kırmızı
kemerimin oturduğu kalçalarım çok küçülmüştü ama hala kıvrımları görülebiliyordu
belli belirsiz. Bir kez gözlerimi açıp kapattım yeniden. "Evet. Her şey
güzel olacak. Hatta güzelin de ötesinde mükemmel olacak."
Odaya girdim. Elimde serum torbası
yatağının yanına yürüdüm. Artık yüzündeki şark çıbanının bile küçüldüğü yüzünde
kocaman bir fotoğraf albümü gibi duran gözlerini açtı. Ayağıma giydiğim topuklu
terlikler çok ses yapmasa sanırım uyandırmazdım onu. Yine de
uyandırdığım için ne kadar suçluluk hissetsem de gizli bir sevinç doldurdu
içimi. Onun için süslenmiştim her sabah olduğu gibi. En sevdiği yazlık
elbisesini giymiştim o sabah. Güneş, sağımdan yüzünü hafifçe aydınlatırken her
zamanki gibi güzeldi yine. "Uyandırdım mı seni?" dedim
uyanmasından dolayı içimde kabarmış sevinci göstermemek için olabilecek en
şirin halimle. Gözlerini bir kez kapatıp açtı; "Evet."
Gözlerimizle anlaşabiliyoruz biz. Gözlerine bakamadı gözleri daha fazla. Bugün
gözlerinde farklı bir parıltı var. Korkutucu değil ama rahatsız edici bir
parıltı bu. "Uyandırdığım için özür dilerim. Serumunu değiştirmem gerek.
Nasılsın bugün?" diyorum serumunu değiştirmek için makinaya doğru
dönerken cevabını bile beklemeden. Gözlerine daha fazla bakmaktan korkuyorum.
Gözlerindeki parlaklığın odayı aydınlatan güneşten daha parlak olduğuna yemin
bile edebilirim. Hızla değiştirdim serumunu. Bu konuda artık uzmanlaştım.
Makinanın başına geçince o kadar hızlı yapıyorum ki bunu bazen ben bile
şaşırıyorum artık hızıma. Bir gün yapılarak öğrenilen şeyler unutulmaz demişti.
Ben de unutmuyorum, yaptıklarımı ve onlardan öğrendiklerimi. Çok hızlı
değiştirdim serumu ama hala gözlerine bakmaya hala korkuyorum. Hemen dönüp
yorganını kaldırıyorum üstünden. Bezini kontrol ettim hemen. Pek bir şey yok
ama olsun. Gözlerine bakamam hala, "Neredeyse, hiç bir şey yapmamışsın
hayatım. Olsun. Ben yine de değiştireyim." Islak bir bez aldım
komodinin üstünden. Hızla bezi açtım, bacaklarını kaldırdım, bezi çektim
altından. Bacakları ne kadar da çelimsizleşmiş ama eskisine göre daha da
ağırlar sanki. Kalçaları o kadar ezilmiş ki vücudunun ağırlığından bacaklarını
bez için kaldırmasam kıvrımını fark edemeyeğim. Islak bezle her yerini
temizliyorum, kremliyorum. Böyle yapmazsam yara olurlar çünkü ve ben buna
dayanamam. İçeride ağır bir koku var bezden yayılan ama alıştım buna ben. Temiz
bezi bağlayıp yorganı örtüyorum yeniden. Yapabilecek her şeyi yaptım. Hazır
değilim gözlerine bakmaya ama artık bundan kaçabileceğim bir sığınağım kalmadı.
Yatağın yanına oturdum. Ellerini elleriyle tuttum, "Rahatladın mı?"
Gözlerini bir kez kapatıp açtı yeniden; "Evet". Yine o garip
pırıltı var gözlerinde. Sanki gözlerine biraz daha baksam kör olacağım.
Kalktım. İçerideki ağır havanın tazelenmesi için pencereyi açtım. İçeriye
dışarıdan tertemiz hava doldu hemen. Taze hava ayılttı beni. İçimdeki kasveti
aldı. Güzel bir gün olacak bugün. Kapıya doğru yürüdüm. Gözlerine bir daha
bakacak gücüm yok çünkü. Kapıyı açıp dışarı çıkacakken son bir kez görmek
istedim onu. Durduramadım onu görme isteğimi. Geriye döndüm "Her şey
güzel olacak. Hep iyi olacağız." Bir kez daha tek bir sefer gözlerini
kapatıp açtı; "Evet." Pencereyi açık bırakıp odadan çıkıp
kapıyı kapattım.
Bu eve taşınalı ne kadar oldu artık
hatırlamıyorum ama tam bugün taşınmıştım. Eski apartmanları severim
çocukluğumdan beri. Üniversiteyi bitirip bir iş bulduğumda artık tek başıma
oturmam gerektiğine karar verince hep eski mahallelerde oturdum. Bu ev benim 3.
evimdi. Taşınırken tanıştık onunla. Karşı dairemde oturuyordu. Eşyaları taşıyan
hamalların peşinde bir yukarı bir aşağıya gidip gelirken merdivenlerin başında
karşılaşmıştık. Daha doğrusu çarpışmıştık. Aynı katta karşı karşıyaydı
evlerimizin kapısı. Kat komşumdu. Kitap kolileri daha gelmemeliydi çünkü
kitaplığımı daha çıkarmamışlardı yukarıya. Evin açık kapısından merdivenlerin
başına hırsla fırlamıştım. Tam o an çarpıştık işte. Üstünde kısa kollu bir
gömlek, altında kot pantolon, ayağında kırmızı, topuklu bir ayakkabı, omuzunda
da kocaman siyah bir çanta vardı. Göz göze geldik birden. Ela gözleri ve upuzun
sarı saçları vardı. "Özür dilerim." dedim telaşla. Gülerek
baktı bana. "Önemli değil. Kolay gelsin. Sanırım komşu olacağız. Bu
evde de ben oturuyorum." dedi biraz önce çıkmış olduğu kapıyı
göstererek. "Benim adım, İrem. Memnun oldum. Tekrar kusuruma bakmayın,
taşınma işlerini pek sevmem. Biraz gerginim sanırım, telaşlandım."
dedim. O kadar içten güldü ki birden rahatladım. "Benim adım da Meri.
Ben de sevmem taşınmayı. Size kolay gelsin. Şimdi çıkmam gerek ama akşamüstü
döneceğim. Yerleşmenize yardım edebilirim eğer isterseniz." dedi.
Yüzünde çok güzel bir gülümseme vardı. "Görüşürüz." deyip
hızla merdivenleri inmeye başladı. Topuklarından çıkan tıkırtılar apartmanın
içinde yankılanırken o hızlı ritimle birlikte kayboldu birden. İnsanı
ferahlatan bahar meltemi kadar güzeldi. Topuklarından çıkan o ritmik ses
apartmanın duvarları içinde kaybolurken parfümünün kokusu hala orada asılı
duruyordu.
3 yıl oldu değil mi? Evet, tam 3 yıl oldu
bugün. 3 yıl önce tam da bugün taşındı buraya. Tam kapıdan çıktığımda
çarpıştık. Kıvır kıvır siyah saçları, yüzündeki şark çıbanı ve iri siyah
gözleriyle şaşkın şaşkın bakakalmıştı öyle. Üstünde beyaz bir t-shirt, altında
yırtık bir kot pantolon, ayağında spor ayakkabılar vardı. O kadar sevimli ve
güzeldi ki. "Özür dilerim." dedi telaşlı telaşlı. Güldüm
sadece. "Önemli değil. Kolay gelsin. Sanırım komşu olacağız. Bu evde de
ben oturuyorum." dedim kapımı göstererek. "Benim adım, İrem.
Memnun oldum. Tekrar kusuruma bakmayın, taşınma işlerini pek sevmem. Biraz
gerginim sanırım, telaşlandım." dedi. O kadar güzel ve samimi söyledi
ki bunları. Çok güzeldi. Yaramaz bir sokak çocuğu gibiydi karşımda. Hani oyun
oynamak için ikide bir evden kaçan haylaz kız çocukları vardır ya, işte
karşımdaydı. O anda sevdim onu. "Benim adım da Meri. Ben de sevmem
taşınmayı. Size kolay gelsin. Şimdi çıkmam gerek ama akşam üstü döneceğim.
Yerleşmenize yardım edebilirim eğer isterseniz." dedim. Kalbim hızla
çarpmaya başladı birden. Gözlerine baktıkça ona sarılmak istiyordu içimde bir
şey. Korkmuştum kendimden. "Görüşürüz." deyip hızla inmeye
başladım merdivenleri. Merdivenlerden inerken yüzü gözümün önünden gitmiyordu.
Akşamüstü kapımı çalmıştı aynı gün.
Yüzünde yine o sıcacık gülümseme ile karşımdaydı kapıyı açtığımda. "Yardım
istersin diye düşündüm." dedi. Evet, yardıma ihtiyacım vardı. Yeni bir
ev, yeni bir mahalle, yeni bir iş. Yardıma gerçekten ihtiyacım var. Kapının
önünden çekilip içeriye buyur ettim onu. Bütün eşyalarım salonda darmadağındı.
Büyük kanepenin üstündeki eşyaları sağa sola itip oturmalık bir yer açtım ona.
"Darmadağınık ortalık. Kusura bakma, yeni gitti taşıyıcılar."
dedim. "Saçmalama." dedi gülerek. "Dağınık olmasa bana
niye ihtiyacın olurdu ki. Mutfaktan başlayalım bence. Mutfağı adam edersek,
gerisi kolay." Önce mutfağı toparladık, ertesi gün de yatak odası ve
salonu. 3. gün de kalan kıvır zıvırı toparladık birlikte. 3. gün elinde bir
şişe kırmızı şarapla gelmişti. "Artık iş bitti. Şimdi biraz da evin
keyfini çıkarmak gerekir." dedi. Kıvır zıvır toplama işi bitince açtık
şarabı. Birbirimize hikâyelerimizi anlattık. Evi babadan kalmaymış mesela, hiç
ayrılmamış bu mahalleden. Babası öldükten sonra onun iş yerini işletiyormuş
mesela. Ben ne kadar çok yere aitsem o da o kadar buraya aitti. Hayatlarımızın
nasıl yavaş yavaş değiştirdiğini göremeyeceğim kadar güzeldi. Gözlerinin içinde
derinde bir yerde duran gizemi görmenizi engelliyordu güzelliği. Gözlerine
baktığımda hissettiğim ürpertinin ne kadar gerçek olduğunu anlayabilmek için
çok daha uzun bir zaman geçmesi gerekecekti ama bunu görmek bugünkü halime
gelmemi engelleyemeyecekti.
Aynı gün akşamüstü kapısını çalmaktan
alıkoyamadım kendimi. Bütün gün gözümün önünden gitmemişti o iri siyah gözleri
gözümün önünden. Bir de yüzündeki o şark çıbanı. Onu bir daha görmek
istiyordum. Merak ediyordum onu. Elbiseleri nasıldı mesela? Eşyaları nasıldı
acaba? Ne kitapları vardı, ne dinlerdi? Kapısını çalarken kalbim yine hızla
atmaya başlamıştı. Kapıyı açtı. Yine o iri siyah gözler karşımdaydı işte.
"Yardım istersin diye düşündüm." dedim. Yeni taşınan bir
insanın yardıma ihtiyacı olmalıydı. Beni kabul edecek miydi acaba içeriye? Çok
merak ediyorum içeride neler olduğunu. O iri gözlerin arkasında sakladığı
dünyayı bilmek istiyorum. Durduramıyorum bu isteğimi. Buyur etti beni içeriye.
Evet, içerideyim işte. Ortalık darmadağın. Normal bir şey bu. Büyük bir kanepe
var salonun bir köşesine konulmuş. Üstündekileri sağa sola ittirip bana oturmak
için yer açmaya çalıştı. Oturmak istemiyorum ki ben. Ben bilmek istiyorum seni.
Onda istediğim bir şey vardı ilk gördüğüm andan itibaren hissettiğim ama ne
olduğunu bilmiyordum hala. "Darmadağınık ortalık. Kusura bakma, yeni
gitti taşıyıcılar." dedi. "Saçmalama." dedim gülerek.
"Dağınık olmasa bana niye ihtiyacın olurdu ki. Mutfaktan başlayalım
bence. Mutfağı adam edersek, gerisi kolay." Mutfakta önce dolapların
içlerini sildik. İçlerinde neler oldukları yazılı kutular sağda solda üst üste
duruyorlardı. Önce mutfak örtülerinin olduğu kutuyla başladık. Sonra bardaklar,
tabaklar, çatal-bıçaklar, tencereler. Her şeyin bir düzeni vardı. Her şey rengârenkti.
Kırmızı-beyaz tabaklar, mor çatal ve bıçaklar, renkli çay bardakları, boy boy
su bardakları, vs. Bir de dünyanın envayi çeşit yerinden magnetler. Bu sokakta
olmayan, hiç görmediğim dünyalardan gelen farklı hayatların siluetleri. Ertesi
gün yatak odasını topladık, bir de salonu. Ne kadar çok kolsuz elbisesi vardı.
Her biri de çok güzeldi. Vücudunun kıvrımlarını ne de güzel gösterirdi
giydiğinde. Rengarenkti koltukları, perdeleri. Evi düzenlediğimizde gökkuşağına
benziyordu her yeri. Onun o iri siyah gözleri ve şark çıbanı o gökkuşağının içinde
ip atlayan yaramaz bir sokak kızıydı adeta. Yaramaz ve çok güzel bir sokak
kızı. Taşınmasının 3.günü bir kırmızı şarap ile gittim ona. "Artık iş
bitti. Şimdi biraz da evin keyfini çıkarmak gerekir." dedim. Onu
bilmek, daha çok bilmek istiyordum. Taşradaki evlerini anlattı bana, üniversite
için nasıl İzmir'e gittiğini, tek çocuk olduğunu, anne ve babasını nasıl bir
trafik kazasında kaybettiğini, 2 yıl Avrupa’yı amaçsızca gezdiğini, parası
bitince nasıl ülkeye dönüp hem çalışıp hem de okulu bitirdiğini, bu evin onun
İstanbul'daki 3. evi olduğunu, şehir kütüphanesinde çalıştığını. Ne güzel bir
hayatı olmuştu. O anlatırken sadece o güzel siyah gözlerine bakıp dalıyordum. O
gece fark ettim ellerinin güzelliğini. Sadece ellerinin değil, ayaklarının,
bacaklarının, kalçalarının, göğüslerinin, sırtının, kollarının, hatta yüzünde
ailesinden kalan tek mirası olan o şark çıbanının. Benim içinde sıkıştığım bu
mahallenin, bu şehrin dışında başka bir güzellikti o. Onun sahip oldukları ile
değil ona sahip olmak istedim. Aşık olmak değildi bu. Onu öpmek, onunla
sevişmek dışında, daha da ileride bir şey olmalıydı bu hissettiklerimi hayata
geçirecek. Sevmek böyle bir şey değil mesela. İnsan kendisinde olmayan şeyleri
sever aslında, sevişirken kendisinin dışında bir başka benliğin iktidarına
boyun eğer. Ben iktidar aramıyordum. İktidar olmak değil insanın insana karşı o
sevgi iktidarından azade bir şey istiyordum. O olmak istiyordum. O gözlerimin
içine büyük bir sevgi ile bakarken ben onun gözlerinden hayatını içiyordum.
Şarap içtiğimiz o günden sonra bir süre
görmedim onu. Kütüphanede fazla mesai yapıyordum çoğu zaman. Erken çıkıp geç
geliyordum eve. Gece ışığını görüyordum ama uğramak istemiyordum bir türlü. Hem
yorgun oluyordum hem de onu görünce içimde bir ürperti oluyordu
tanımlayamadığım. Arada o ela gözleri, düz sarı saçları gözümün önüne
geliyordu. O zamanlar onunla beraber vakit geçirmeyi istiyordum ama içimden bir
şeyler "Dur." diyordu, "Yapma." Yine de onu
düşününce kalbim hızla atmaya başlıyordu. Başımı omzuna koyup uyumak istiyordum
ama içimde bir şey yapmama engel oluyordu. Bir akşamüstü sokaktaki markete
girdim. Raflar arasında yürürken rafın birine bir şişe kırmızı şarap almak için
sol elimi uzattığımda kendi sol elimle göz göze geldim. Elim öylece havada
kalmıştı. İnsan kendi elini bir başka kolda aynı rafa ve aynı şeye uzanmış
görünce şaşırıyor birden. Ürpererek kolun uzandığı yere döndüm. Karşımdaydı ela
gözleri ve kıvırcık koyu renk saçları ile. Ne diyeceğimi bilemedim ona. Hala
elimi bedenim dışında bir yerde görmenin verdiği ürpertiyle tüm vücuduma ter
basmıştı. "Selam." dedi gülerek. Yine gözlerinin içinden bir
gülüşle yakaladı beni. "Merhaba." dedim. "Sana o gece
getirdiğim şaraptan bu. Sevdin demek ki." dedi. Ben ise uzandığım
şarabın o gün içtiğimiz şarap olduğunun farkında bile değildim. Uzandı ve iki
şişe şarap aldı raftan, birini bana uzattı. Ellerim yine karşımdaydı.
Ürpermedim bu sefer. "Ellerimiz ne kadar benziyormuş birbirine."
dedim içimden. Beraberce alışveriş yaptık. Havadan sudan konuştuk ayak üstü.
"Saç modelin yakışmış." dedim ona. "Ama kıvırcık saçı
kullanmak zor olur, kendimden biliyorum." dedim sonra. "Olsun.
Değişiklik istedim biraz. Sıkıldım pırasa gibi saçlarla dolaşmaya." dedi.
O kadar güzel gülüyordu ki. Apartmana beraber girdik, evlerimize yöneldik ve
ayrıldık. Kapımı kapattığımda hala elleri gözümün önündeydi. Neden daha önce
ellerimizin bu kadar aynı olduğunu fark etmemiştim ki? 3 ay sonra bir sabah
katın koridorunda karşılaştık yeniden. Karşılıklı günaydınlaştık. "Akşam
bana gelsene?" dedi. "Uzundur görüşmedik, sohbet ederiz biraz."
"Olur" dedim.
O günden sonra aklımdan çıkmadı hiç. Çok
çalışıyordu. Her sabah erkenden çıkıyor gece geç saate kadar gelmiyordu.
Unutmuştu beni. Ama ben onu unutmadım. Gizlice yaptırdığım anahtarı ile her gün
evine girdim. Giysilerini seyrettim, kitaplarını okudum, aynı diş macununu
kullanmaya başladım, aynı terliklerden aldım, aynı bardakları edindim. Yetmedi
bu bana. Önce saçlarımı onun saçlarının aynısı yaptım, siyah ve kıvırcık. Siyah
lensler aldım. Hala yetmiyordu bu bana. Sonra? Sonra elleri aklıma geldi. İnce,
uzun, nazik elleri. Evet, o elleri de istiyordum. Sadece onları tutmak değil
onları bedenimde istiyordum. Tıp çok gelişti biliyor musunuz? 2 ay sürdü
ellerimi onun elleri yapmak. 2 ayrı ameliyat ile onun elleri artık benim de
ellerimdi. Sonra, kalça ameliyatı geldi, sonra göğüs. Bir tek şark çıbanını
yapmayacağını söyledi doktor. O da makyajla halledilebilirdi. Ona sahip
oluyordum yavaş yavaş. En sonunda benim olacaktı, biliyordum. Hem o hem de tüm
hayatı. O gün markete girdiğini görünce o kadar sevindim ki. Beni unutmuş
olması, aramaması umurumda bile değildi. Ardından markete girdim hemen. Takip
ettim onu fark ettirmeden. Tam o şarap şişesine uzandığında cesaretlendim. O
gece ona getirdiğim şaraba uzanmıştı işte. O da beni istiyordu bilinçsizce. O
da buna rıza gösterecekti. Benim rol modelim, hayat modelim olmayı kabul
edecekti sonunda. Sol elimi şişeye uzattım tam o da sol elini şişeye
uzattığında. Eli bir anlığına havada kaldı. heyecanı ve ürpertisini olduğum
yerden hissedebiliyordum. İzin verse hemen saçlarını okşar onu sakinleştirirdim
ama o kadar samimi değildik daha. Buna vakit vardı. "Selam."
dedim gülerek. "Merhaba." dedi bana. Hala elini başka bir
kolda görmenin şokunu yaşıyordu belli ki ama bunu belli etmemeye çalışıyordu.
"Sana o gece getirdiğim şaraptan bu. Sevdin demek ki." dedim.
İnsanın bilinçaltı böyledir işte demedim ona. Bana olan sevginden o şarapları
alıyorsun demedim. Sadece iki elimle rafa uzanıp iki şişe şarap alıp birini ona
uzattım. Ellerine baktı elini uzatıp şarabı almadan önce. İşte eli eline ilk
kez o zaman değdi. Şarabı aldı, market arabasına koydu. Beraberce alışveriş
yaptık. Tanrım, ne güzel bir gece. Beraberce çıktık kata. O evine girdi. Onu o
gece eve çağırmadım çünkü son iki ameliyatımın bitmesi gerekiyordu onunla
görüşmek için. 3 ay sonra her şey hazır olacaktı. O 3 ay bittiğinde bir sabah
kapıdan çıkışını bekledim. Tam kapıdan çıktığında ben de kapımı açıp çıktım.
Karşılıklı günaydınlaştık. "Akşam bana gelsene. Uzundur görüşmedik,
sohbet ederiz biraz." dedim. "Olur" dedi. Yeni burnumu ve
siyah lenslerimi fark etmemişti.
Akşam evinin kapısına gittiğimde elimde
bir şişe kırmızı şarap vardı. O gün bana getirdiğinden. Kapıyı açtı. Karşımda
duruyordum. Siyah gözlerim, şark çıbanım, kıvırcık siyah saçlarım ile ben
karşımdaydım. "Girsene" dedi. "Ne oldu? Niye duruyorsun
kapıda." İçeri girdiğimde evinin her şeyi ile benim evimin aynısı
olduğunu gördüm. Aynadaki bir akiste hapsolmuş gibiydim. "Ne yaptın
sen?" diyebildim sadece. "Hiç bir şey." dedi. "Sen
olmamı seversin diye düşünmüştüm." diye devam etti "Çünkü seni
çok seviyorum." Evden çıkmak istiyordum ama yapmadım bunu. Ben olmak
isteyen birisi olması hoşuma gitmişti çünkü. Hiç ben olmak isteyecek birisinin
olabileceği aklıma gelmemişti bugüne kadar. Demek o kadar güzeldim ve o kadar
farklı. Elimdeki şişeyi aldı, masaya bıraktı. beraberce koltuğa oturduk.
Kendime hiç bu kadar dışarıdan bakmamıştım. Öpüştük. Sevilmek hoşuma gitmişti
çünkü. Sevilmek için bu oyunu oynanın bir sorun oluşturabileceğini
düşünmemiştim. Hayatımın en garip sevişmesini yaşadım o akşam. Kendimle sevişmiştim.
Bu bir oyunsa ve ben buradaki ana karaktersem ne olabilirdi ki. Artık beni
sadece seven değil bana tapan bir sevgilim vardı ve onun modeli olmak niye bir
sorun olsundu ki. Hem seni seven birisi varsa sevilmeyi sevmek daha kolay değil
miydi? O gecenin hayatımı nasıl ters yüz edeceğini iliklerime kadar
hissediyordum ama sevilmek ve seni sevenin tanrısı gibi hissetmenin sihrine
kapılmıştım. Koridorda ona çarptığım gün yaşadığım garip heyecanı yaşıyordum
ama bu sefer onun değil sadece kendi kokum vardı havada salınan.
Akşam kapımı çaldı. İşte, büyük gün
bugündü. Ya kendini kabul edecek ve bana kendi hayatını sunacaktı ya da...
Kapıyı açtım. O büyük siyah gözleri kocaman açıldı önce. Kapının önünde donmuş
kalmıştı. İçeriden vuran ışık ile çok güzel ve çok korumasız görünüyordu.
"Girsene" dedim. "Ne oldu? Niye duruyorsun kapıda."
İçeriye girdiğinde hemen tanıdı evini. Şaşkınlıkla evin zaten gayet iyi bildiği
her detayını inceliyordu. "Ne yaptın sen?" diyebildi sadece.
Elindeki şarap şişesini sıkı sıkı tutuyordu. "Hiç bir şey." dedim.
"Sen olmamı seversin diye düşünmüştüm. Çünkü seni çok seviyorum."
Korktuğu belliydi ama yapmadı bunu. Bu beni kabul ettiği demek değil de neydi
şimdi. Kendine âşık olmuştu işte. İnsan tanrılaştırılmayı sever çünkü. Yeter ki
birisi ona tanrı rolünü versin, vazgeçemez bundan. İnsan işte tam da bu yüzden
kaybeder hep. Kendini en güçlü ve yüce hissettiğinde kendini bırakır. Ben de
ona bunun en ihtişamlı halini sunuyorum işte. Hem de isteyerek. Elindeki şişeyi
aldım. Onu koltuğuna oturttum ve öptüm. Artık onunla ilgili her şeye sahip
olabilecektim. Sevmese de onu seveni kabul eden insanlar hayatının dizginini
bırakır karşısındakine önce. Daha sonra da geri almak için uğraşır. Şimdi ise
dizginler benim elimdeydi. Onunla sevişerek tümüyle ona sahip oldum. Sevişmek
bir iktidar oyunudur. Bu oyunda her zaman seven kazanır. Âşık değilsen ve sırf
seni sevdiği için birisiyle sevişiyorsan hayatını seviştiğine vermişsin
demektir. Artık iktidar sevendedir. Bunu anladığında ise sen de katiline âşık
bir mahkum olmuşsundur çoktan. İşte o gece benimle sevişerek hayatının
anahtarını verdi bana farkında olmadan. Çünkü insan kendini en tepede
hissettiğinde kaybeder iktidarını.
O geceden sonra hiç bir şey aynı değildi
benim için artık. Başta her şey çok güzeldi. Ben olmak için çırpınan, benim her
yaptığımı kabul eden bir insanla beraberdim. Cinsiyetin getirdiği tüm
sınırların dışında başka bir şeydi bu ve hoşuma gitmişti. Aynı evde yaşıyor,
aynı kıyafetleri giyiyor, aynı yemekleri seviyor, aynı şarabı içiyor, aynı
filmleri izliyorduk. Yavaş yavaş sıkılmaya başladım zamanla. Her gün bir aynaya
bakarak yaşamak gibiydi her şey bir süre sonra. Farklı bir şey yapmak
istediğimde o da hemen aynı şeyi yapıyordu. Zaman geçtikçe öpüşmek aynada kendi
aksinle öpüşmek gibi geliyordu bana. Her an her şeyimiz aynıydı artık. Aynı
cümleleri kuruyor, aynı kelimeleri konuşuyorduk. Her gittiğim yerde beni
izliyor, çöplerimi karıştırıp farklı bir şeyler yapıp yapmadığımı kontrol
ediyordu. Bana ait her şeyin sahibi olmuştu sanki. Hayatım yavaş yavaş bir
hapishaneye dönmüştü. Sevilmek, tapınılmak güzeldi ama hayatta her şeyiyle aynı
ben olan bir başka varlığa tahammülüm kalmamıştı. Dünyaya iki tane ben fazla
geliyorduk. Kendimden nefret eder hale gelmemek için bunu artık bitmeliydim.
Ona bu işin yürümeyeceğini ilk söylediğimde alaycı bir suratla bana baktı.
"Yürüyecek. Ben bitirmeden bu bitemez çünkü bu benim oyunum senin
değil. o gece oynamayı kabul ettiğin anda senin söz hakkın kalmadı ki."
dedi. Gözlerinde koca bir boşluk vardı bunu söylerken, korkutucu bir boşluk.
"Bu oyunu birimiz ölünceye kadar sürdüreceğiz. Çünkü seni seviyorum ve
sen de seni sevmemi sevdiğin için bu oyuna girdin. Seni sevdiğim sürece bu oyun
sürecek. Kaçamazsın." dedi. İlk kez anladım neyle karşı karşıya
olduğumu. Sustum. O gece eşyalarımı toplamak istediğimde ilk kez vurdu bana
yatak odasında. Ağlıyordum. Sağ kolum dolaba çarpıp kesilmiş kanıyordu. Salona
gitti. Geri geldiğinde elinde kocaman bir bıçak vardı. Bana doğru tutup "O
gece içeri girmeseydin böyle olmazdı." dedi. Yanıma geldi sonra.
Koluma baktı. Elindeki bıçakla aynı yerde, aynı şekilde bir kesik yaptı. "Bu oyundan kaçış yok. Bak,
senin yaranı bile vücuduma yapmadan duramayacak kadar çok seviyorum seni."
Sonra ekledi; "Çünkü sen bu oyunda tanrıysan ben de seni tanrı yapanım.
Tanrılar onları tanrı yapanlar istemeden gidemezler."
Artık benim oyunum başlamıştı. Her şey tam
hayal ettiğim mükemmellikteydi. Ona kendisi olmak isteyen bir sevgili sunmuştum
ve o da kabul etmişti. Aynı evde yaşıyor, aynı kıyafetleri giyiyor, aynı
yemekleri seviyor, aynı şarabı içiyor, aynı filmleri izliyorduk. Her adımını
izliyordum. Gerekirse çöplerini bile karıştırıyordum onunla aynı şeyleri
yapabilmek için. Bir gün karışma geçip artık bunu yürütmek istemediğini söyledi.
Ayrılacakmış. Bak sen şuna! Sevilirken güzel de sonrası niye yok. Niye? "Yürüyecek."
dedim, "Ben bitirmeden bu bitemez çünkü bu benim oyunum
senin değil. o gece oynamayı kabul ettiğin anda senin söz hakkın kalmadı ki."
Çok sinirlenmiştim. Ben onu taparcasına severken, hayatımı ona adamışken nasıl
olur da gitmeye kalkardı? "Bu oyunu birimiz ölünceye kadar
sürdüreceğiz. Çünkü seni seviyorum." dedim "ve sen de seni
sevmemi sevdiğin için bu oyuna girdin. Seni sevdiğim sürece bu oyun sürecek.
Kaçamazsın." Bana korkuyla baktı. O gece, evime girerken yaşadığı gibi
bir korku değildi bu. Dehşetli bir korkuydu. İliklerine kadar işlemişti. Yatak
odasına gitti ağlayarak. Sinirimin geçmesini bekledim biraz. Ona istemeden kötü
bir şey yapmak istemiyordum. Bir süre bekledim. Sonra yerimden kalkıp yatak
odasına gittim. Dolapları açmış kafası dolabın içinde eğilmiş eşyalarını
topluyordu. Hızla yanına gittim, ellerimi kıvırcık siyah saçlarının arasına
soktum, onu çekip suratına sert bir tokat attım. Bunu yapmak istemiyordum hiç
ama zorlamıştı beni buna. Sağ kolunu dolaba çarptı. Kolu kesildi ve kanamaya
başladı. Dolabın köşesine iki büklüm sıkışarak kolundaki kanayan yeri diğer
eliyle tuttu ve ağlamaya başladı. Çok sinirliydim. Hem ona hem kendime. Yani
bize. Kendimi bilmez halde mutfağa gittim. Gözüme çarpan en büyük bıçaklardan
birini aldım ve geri döndüm. Kaçmasına izin veremezdim. Bu oyun bitemezdi.
Bıçağı ona sallayıp "O gece içeri girmeseydin böyle olmazdı."
dedim. Bunu söyleyince sinirim azaldı bir an. Yanına gidip kolundaki kanayan
yaraya baktım. Ona onu nasıl sevdiğimi göstermeliydim. Elimdeki bıçakla aynı
yarayı aynı yere yaptım gözünün önünde. "Bu oyundan kaçış yok. Bak,
senin yaranı bile vücuduma yapmadan duramayacak kadar çok seviyorum seni."
dedim ona. Sonra ekledim; "Çünkü sen bu oyunda tanrıysan ben de seni
tanrı yapanım. Tanrılar onları tanrı yapanlar istemeden gidemezler."
Korktum. Hem de çok korktum. O yüzden
kaçamadım ama oyuna devam etmek çok zordu. Sonunda bu büyük planı hazırladım
işte. Hem oyunu bozacak hem de ondan kurtulacaktım. Hayır, intihar etmeyecektim
tabii ki. Daha doğrusu onun gittiğini ya da öldüğünü görmeden ölmeyecektim.
Önce taklit edemeyeceği şekilde yaralanmama gerekiyordu. O da kendine bunu
yapacak ve ondan tamamen kurtulacaktım. Ya o bunu yapmazsa? O zaman da onu
başka şekilde öldürecektim. Önce içine zehir enjekte bir şişe kırmızı şarabı (sanırım
o geceki şarap olduğunu söylememe gerek yok) onun evde olmadığı bir gün
güzelce paketledim. Bu paketi de onu atlatmayı başararak bir kargo şirketine
tam 1 yıl sonra bana göndermeleri için verdim. Eve dönünce, planımın son
adımını attım. Perde asıyormuş gibi bir sandalye üzerine çıkacak, perdenin
ucunu kornişe takıp ve kendimi yere bırakacaktım. Yere koymuş olduğum demir
parça tam 5. omur kemiğimi kırmalıydı. Felç olacaktım. Böylece, ya benim gibi o
da kendini felç edecek ve ondan kurtulacaktım ya da en azından felç olduğum
için onunla sevişmek zorunda kalmayacaktım. Sonuç tam istediğim gibiydi. Yere
kendimi bırakmamla boynumun arkasından gelen kemik sesi arasında saliseler
vardı. Bütün vücudum elektrik verilmiş gibi sarsıldı. Başımda o kadar büyük bir
ağrı vardı ki dayanılacak gibi değildi. Bağırmak için ağzımı açıp bağırmak
istediğimde kendi sessizliğim içinde acım daha da büyüdü. Artık konuşmam da
mümkün değildi. Bir saat sonra eve geldiğinde beni yerde yatarken buldu.
Delirmiş gibiydi. Hastane, uzun tedavi süreci, vs.de yanımdan hiç ayrılmadı.
Devamlı ağlıyordu. Bir gün sağ omzu çıkmış halde geldi yanıma. Omzu sarılıydı.
Hiç bir şey söylemedi ama o da kendini sakatlamayı denemiş ama becerememişti
anlaşılan. Bir daha denemedi. Hastane tedavim bitince beni eve götürdü. O
günden beri her gün bana baktı. Bense bugünü bekledim. Kargo gününü. İşte bugün
o gün.
Çok korkmuştu. Bir daha da kaçmaya
çalışmadı. Artık sevgimi büyük bir itaatle kabul etmişti. Tüm tanrılar gibi o
da rolünü oynayacaktı. Onun rolü örnek olmak ve kendine tapanlara bu
sevgilerinin karşılığını vermekti. O da bunu yaptı. O kötü kaza olmasaydı,
gayet mutluyduk biz. O olarak ben, ben o olduğum için de o mutluydu. Hayatımız
düzene girmişti yeniden. O gün eve geldiğimde yerde yatıyordu. O siyah iri
gözleri boşluğa öylece bakıyordu. "İrem" diye bağırdım, "İrem,
ne oldu sana?" Hiç bir tepki vermiyordu. Önce nabzına baktım. Atıyordu.
Hemen telefona sarılıp ambulans çağırdım. Hastaneye kaldırdık hemen. Boynunda
ağır bir kırık vardı. Ölmemesi mucizeydi. Ancak tüm vücudu felç olmuştu. Hiç
bir şey hissetmeyecekti bundan sonra. Konuşamayacaktı da. Buna nasıl
dayanacaktım ben. Bir gün ben de aynı sandalyeye çıktım bıraktım kendimi
aşağıya. Omzum kırıldı ama beceremedim boynumu onun gibi yaralamaya. O felç
olduysa benim de olmam gerekirdi ama olamadım ben. Beceremedim bir türlü. Ben o
olmak istiyordum. Felç olamıyorsam onun gibi zayıflayacaktım. Onunla aynı
kiloda olacaktım, aynı şekilde bacaklarım incelecekti, göğüslerim küçülecekti.
Gerekirse kendi altımı da bezleyecektim. Onun gibi olmanın bir çok yolu
olmalıydı. Tanrı ölmediğine göre tanrıyı seven de sevmekten vazgeçmeyecekti. 1
yıldır ona bakıyorum şimdi. Onunla aynı kiloya gelebilmek için yediğim her şeyi
kusuyorum sonra. Gece o bilmiyor ama ben de altımı bezliyorum. Onun gibi düz
yatıp uyuyorum hiç dönmüyorum. Bugün iyi gözüküyor ama. Gözlerinde o ilk gün
karşılaştığımız yaşam sevinci var. Bu güzel. Demek ki seviyor hala beni.
Kapı çaldı. Kargo geldi sonunda. Kapıyı
açtığını duyuyorum. Kapandı şimdi. Kargo olmalı bu. Ayak seslerini duyuyorum.
Bana doğru geliyor koridordan. Kapıyı açıyor. Elimde şarap şişesini tutuyor.
Evet, kargo gelmiş. Sevinçli. "Ne kadar düşünceliymişsin sevgilim. Bunu
içmek için sabırsızlanıyorum. Keşke senle beraber içseydik ama senin için de
bir kadeh koyacağım masaya." Kapıyı kapatmadan odadan çıkıyor. Ayak
seslerinden mutfağa gittiğini anlayabiliyorum. Mantarın sesi geliyor, "Pot!!!"
Sonra şarabın kadehlere boşalmasının sesi geliyor. Mutfaktan bağırıyor, "Şerefine
aşkım, şerefine tanrıçam. Bu kadeh senin için." Evet, bu kadeh benim
için Meri. Kurtuluşum için. 1 dakika sonra mutfaktan büyük bir gürültü geliyor.
Bir kaç tabak ve bardak sanırım yere düşen, bir de Meri. Büyük bir sessizlik
evin içinde. Uçuşan perdeden giren temiz hava. Serumum 2 saate biter. Serum
bitince en fazla 2 saatlik ömrüm var benim de. Bak söylemiştim işte. Her şey mükemmel oldu. Ah Meri keşke gitmeme izin
verseydin. Ölmeyi hak etmemiştik ikimiz de...
Yorumlar
Yorum Gönder