Nick Cave Kasırgası Sonrasında...

Ya da kötü tohumları saçma zamanı....



(NOT: Bu yazı aslında 2018'in Temmuz ya da Ağustos'unda yazılmalıydı ama ha bugün yazacağım, ha yarın yazacağım derken bugüne kadar yazılamadı. Bu 2018'den beri bekleyen konser yazılarının sonuncusu. Diğeri yerini almıştı zaten blog'da. Bu kadar zaman geçtikten sonra neden mi yazdım? Yazmazsam olmazdı da ondan.)


Bu blogumda gittiğim konserleri yazmaya başladığımda küçük bir yazı paylaşmıştım. Orada konserleri nasıl anlatacağımdan, nasıl puanlayacağımıdan filan bahsetmiştim. İşte o yazıda beni en etkileyen konserler içinde Nick Cave & the Bad Seeds'in 2001'deki Harbiye Açıkhava'daki konserinin benim izlediğim en şahane konserlerden biri olduğunu yazmıştım. Daha sonraki gelişinde ise gidememiş ve çok üzülmüştüm. Ancak, Caz Festivali kapsamında ülkeye geleceğini öğrendiğimde "İşte maaile gidilecek konser" dedim hemen. 2001'de izlediğim Nick Cave'in hayatında bir çok şey değişmiş, çocuğu genç yaşında ölmüş, bir boşanma yaşamış, yeniden evlenmiş ve artık "temizlenmiş" biriydi. Yine de, her ne olursa olsun konserin bir rock konserinde yaşanması gereken o enerji patlamasını yaşatacağından emindim. Bunu kızıma da göstermeyi, bu deneyimi onunla birlikte yaşamayı çok istiyordum. Ancak, konser tarihinin bizim tatil zamanımıza denk gelme ihtimali vardı. O yüzden biletlerin son günlere kadar kalmasına dua ederek beklemek dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Konser zamanı yaklaştıkça tatil zamanlarımız netleşti ancak artık maaile gitme şansımız kalmamıştı. Konsere iki gün kala artık maaile konser hayalimin tamamen suya düştüğünden emin olunca konser için bilet almamın zamanı geldi. Önümde iki seçenek vardı. Ya sahne önünden alacaktım biletimi, ya da hem ucuzculuk yapacak, sahneyi daha hakim bir şekilde izleme dürtüme de yenilerek açık alandan alacaktım biletimi. Son ana kadar niyetim bileti sahne önünden almaktı ancak ne olduysa oldu son anda açık alandan biletimi aldım. Daha sonra buna pişman olacağımı nereden bilebilirdim ki?

Bazı konserlerin ritüelleri vardır. Nick Cave konseri de benim için böyle bir konser. Bu ritüellerden biri olarak tabii ki konserden bir gün önce telefon trafiği de başladı. Çünkü, memleketten geleceğini bildiğim arkadaşlarla buluşmalar ayarlanacak, kimin gelip kimin gelemeyeceği konuşulacak, buluşma yerleri ayarlanacak, konserde neler olabileceğinin dedikodusu yapılacak ve herkes birbirini gaza getirecekti. Gelecek olan dostlar benim için kıymetli insanlardı zira. Nick Cave ile ilk kez onlarla beraber tanışmıştık. Hele bir tanesi benim hem lise hem üniversiteden sıkı arkadaşımdı. Birlikte eve çıktığımız üniversitenin ilk yıllarında beraberce keşfetmiştik Nick Cave'i. Telefonda "Abi gelmek istiyorum ama iş güç çok yoğun. Akşamdan gelemem, sabah yola çıkacağız İzmir'den ayarlayabilirsem." deyince şaşırmıştım biraz. Neyse ki o bana gaz, ben ona gaz konser günü telefonda konuşurken "Şimdi yola çıkıyorum. Konsere 1 saatte kala filan orada olurum." deyince "Tamam" demiştim, "Ekip de tamamlanıyor." Tabii ki, beyefendinin son dakika ön cephede yer bulup bana sahneden el sallayacağını nereden bilebilirdim?

Konser günü de telefon trafiği devam etti tabii ki. Konsere son an eklenen dostlar, son dakika gelemeyenler filan derken, artık konser öncesi sıkı bir buluşma trafiği de oluşmuştu. Son dakika bilet almaya ikna olan eski üniversite arkadaşım, İzmir'den gelecek ekip, sosyal medyadan beraber gidelim ekibi vs. O kalabalıkta nasıl buluşacağımız tam bir muammaydı ama bir şekilde sözleşmiştik işte. Sıra konser öncesi hazırlığa gelmişti. Turnedeki önceki konserlerin setlistlerini karıştırıp az çok tahmini bir setlist oluşturduktan ve bu listeyi telefona yükledikten sonra artık konsere gitmeye hazırdım. Yolda küçük bir Nick Cave konseri uyarı listesi tefrikası da yaptım Twitter üzerinden tabii ki. 2001'deki deneyimim çok enteresandı. Artık ne içti ya da neye kızdıysa Warren Ellis sahneye yüzünü hiç dönmeden çalmıştı mesela. Ancak, Nick Cave o yıl ilk kez ikinci kez "bis"e çıkmıştı. Karşılacağım şeyden az çok emindim ama daha fazlasının olacağını pek tahmin etmiyordum. Bu ruh haliyle, kulağımda kendi konser listem ile ofisten çıkıp Küçükçiftlik Park'a doğru yola çıktım.

Küçükçiftlik Park'a geldiğimde ilk (ve son) arkadaş buluşması gerçekleşti. Üniversiteden çok eski bir arkadaşım ile yakında bir yerlerde biraz oturup az biraz "konser hazırlığı" için bir şeyler içip konser alanına yöneldik. Zira, İzmir ekibi halen yoldaydı ve onları beklersek hem konser alanına girişimiz zor olacak hem de istediğimiz gibi bir yerden izlememiz zorlaşacaktı. Zaten içeride de bir miktar mazot takviyesi yapmak mümkündü. Ancak, o mazot takviyesi yüzünden konserin başını bira sifonunda karşılamak zorunda kalmasam çok iyi olacaktı ya, neyse.


Konser öncesi sahne
Konserin başlamasına az bir vakit kala üstteki fotoğraftaki kalabalığın içinde bunalıp bir bira almaya karar vermeseydim büyük ihtimalle bu fotoğraf yerine konserin ilk şarkısının (ve konserin ilk sürprizinin) videosu olacaktı. Her konserde ilk şarkıyı ve son şarkıyı videoya çekmek gibi bir adet edindim nedense blog yazılarına başladığımdan beri. Ancak, bu sefer kendi kendimi sabote etmeyi becerdim. Arkadaşıma "Sen burada bekle. Ben birer bira alayım. Bir daha ayrılamayız buradan." deyip en yakındaki satış alanına yöneldim ancak sırayı hesap etmemişim. Sonuç? Tam biraları alırken aşağıdaki videoyu çekebildim sadece.


Nick Cave sahneye çıkıyor

Ben bira sifonu önünde kendime küfretmekle meşgulken ışıklar karardı, koyultulmuş sahnede Nick Cave göründü ve Skeleton Tree'den Jesus Alone ile başladı konsere. Skeleton Tree albümü tam da Nick Cave'in oğlu Arthur'un ölümü zamanlarına denk gelir. Bu nedenle albüm Nick Cave'in yaşadığı acıyı ve matemi anlatır aslında. Bir konserin açılışı için sert, ağır ve fazlasıyla duygusal bir açılıştı bu. Ancak, ben bu sırada iki eli dolu bir şekilde kalabalığı yararak arkadaşımın yanına dönme telaşındaydım. Bu sırada ara ara sahneyi de gözlemlemeye, hem ayrıldığım yeri kestirmeye (çünkü bulunduğum yeri sahneye olan konumuna göre belirlemiştim ayrılırken) hem de sahnede olanları kaçırmamaya çalışıyordum. Bu sırada sahnenin yanındaki dev ekranlarda hiç de gruba dahil olmadığı belli olan bir seyircinin Nick Cave ile yan yana olduğunu gördüm. Siyah beyaz ekranlarda ağlayarak Nick Cave'e eşlik eden birisi vardı. Konserin ilk sürprizi yaşanıyordu ve ben büyük ihtimalle milleti yara yara ilerlerken küfürler yiyerek yerime ulaşmaya çalışıyordum. Olayın ne olduğunu ise daha sonra gazetelerden okuyarak anlayacaktım. Hikaye uzun ve ilginç bir hikaye. Nick Cave, İranlı bir hayranının konserde olduğunu öğrenmiş ve sahne önündeki birisini o zannederek sahneye çıkarmış. Ancak, çıkan kişi de o İranlı hayran değilmiş. Neyse ki olay daha sonra tatlıya bağlanmış. Uzatmayayım. Bu linke tıklayarak konunun detayını öğrenebilirsiniz.

Neyse ki ikinci şarkıda, yani yine Skeleton Tree'den Magneto çalarken ayrıldığım yere geri dönebilmiştim. Hem de bir damla bile zaiyat vermeden. Bu sırada, bir çok insanın yanından geçerken yüzlerindeki ifadeden de anlayabiliyordum ki Nick Cave yine yapacağını yapmıştı. Konsere bu ağır girişle başlayan Nick Cave alanı dolduran herkesi gözüne ışık tutulmuş tavşana çevirmişti. Sahnede bir şeyler oluyordu ama seyirci bu matemin havasında değildi. Cave'den beklenen fırtınanın esmesini bekliyordu. Gerçi esecek olan şeyin bir fırtına değil dev bir kasırga olacağından habersizdik. Yine de o fırtınanın esmesini istiyorduk ve çok da beklemeyecektik.


Konserin Arthur'a adanan bölümünü geçer geçmez bildiğimiz ve beklediğimiz Nick Cave sahneye döndü. Nick Cave'in dünyanın dikkatini çektiği ilk şarkıyla hem de; "Do You Love Me?".  Jesus Alone ve Magneto sonrasında sahnede olanlarla hala bütünleşememiş seyirci bir anda sahnedeki her şeyle bütünleşiverdi Do You Love Me? ile. Nick Cave sadece Bad Seeds'i değil seyirciyi de yönetiyordu. Bir orkestra şefi gibi seyirciyi nakarat bölümünde şarkıya dahil ediyor ama şarkının kalan bölümlerinde durdurmayı da başarıyordu. Biraz önce sahnede yas tutan adam gitmiş binlerce insanlık bir kitleyi yöneten çılgın bir maestroya dönüşmüştü. Warren Ellis'de bu sefer gül yüzünü bize göstermekten imtina etmiyordu. Konser yavaş yavaş olması gerektiği yere doğru ilerlemeye başlamıştı. Bir yere varacağı açıktı da ötesine geçeceğini sanırım ne ben ne de orada bulunan hiç kimse hayal bile etmiyordu. Zaten buna dair hiç bir belirti de yoktu halen ortada.

Matemden çıkıp coşmaya başlarken

Do You Love Me?'nin ardından Nick Cave başladığı yere döndü From Her to Eternity ile. Konserin başındaki ilk 10 dakikalık bölüm sonrası enerjiyi yükseltmeye devam etti Nick Cave. Sahnenin ışıkları siyahtan mavi ve kırmızıya dönmüş Nick Cave'in Warren Ellis ve diğer Bad Seeds'ler ile birlikte tüm seyirciyi bir ses bombardımanına tutmasını dinlemeye ve izlemeye başlamıştık. Ellis kemanını bir gitar gibi göğsünde tutup bir kemandan çok bir elektro gitardan çıkmasını bekleyeceğiniz sesler çıkartarak bizi sarsarken insanı gerim gerim geren piyano bölümleri ile atmosfer yavaş yavaş yükseliyordu. Gerçi arada Warren Ellis bize arkasını döndükçe 2001'deki konser aklıma gelip "Herif yine küsecek mi bize yahu?" diye işkillensem de Cave'de seyirci de artık konserin havasına girmeye başlamış, zaman ve mekanla olan ilişkisimiz bozulmaya başlamıştı sonunda. Zaten arkasından gelecek olan The Mercy Seat ile bu enerji yüklemesi daha da artacaktı. The Mercy Seat her ne kadar Nick Cave'in konserlerinin çoğunda çalınsa da bu turne sırasında sadece tek bir konserde çalınmıştı. Zaten grubun sahneye çıkarken taşıdıkları setlist'lerde de bu şarkı değil Loverman vardı. Ancak, Cave sahnede bir anda çalınacak şarkıyı değiştirmeye ve vitesi iyice yükseltmeye kadar verdi. Anlaşılan seyirciyi sevmişlerdi. İşkillenmeme gerek yoktu. Yine de konu Nick Cave ve Warren Ellis olunca insan emin olamıyordu tabii ki.

From Her to Eternity ve The Mercy Seat ile adeta sonik bir bombardıman yaşadıktan sonra asıl bombayı Küçükçiftlik Park'a bıraktı Nick Cave "Red Right Hand" ile. Bu andan itibaren artık her seyirci konserin içindeydi. Cave müzikal temponun frenine biraz basmış ama gerilimi arttırmaya devam etmişti. Bizlerde biraz eller havaya durumu oluşturdu Red Right Hand ama şarkı alandaki havayı öyle bir değiştirmişti ki bunu ancak orada olunca anlamak mümkün. Tüm konser tıpkı bir sinüs eğrisi gibi ilerliyordu. İlk 10 dakika en dipten başlamış, sonraki 3 şarkı ile yükselmiş, Red Right Hand ile eğrinin en tepe en doygun noktasına ulaşmıştı. Nick Cave'in Do You Love Me?, From Her to Eternity ve The Mercy Seat ile yükselttiği enerjinin frenine neden dokunduğu ise bir sonraki şarkı ile anlaşılacaktı.

Red Right Hand ile temponun frenine basan Cave, piyanonun başına geçti. Into My Arms ile kalan gergin havanın da sonunu getirip bu sefer romantik tarafıyla karşımızdaydı. Sahnenin ortasında duran piyanosunun başına geçip "Tanrıya inanmıyor olabilirim ama aşka inanıyorum" diyordu. Seyirci de onunla birlikte tabii ki. Sinüs eğrisi tekrar aşağıya doğru yönelip bu sefer Nick Cave usulü bir romantizme doğru yelken açıyordu. Konserdeki herkesin ruh haliyle enerjisini bir tavana çıkartıp bir yere çalarak oyun oynuyordu sanki. Into My Arms'ın ardından gelen Shoot Me Down ile bu hava devam etti. Biraz önce yükselip ayakları yerden kesilmeye başlamış olan bizler bu kendi şahsına münhasır romantizm ile tekrar yere basar hale gelmiştik. Yoksa Nick Cave "temiz adam" olduktan sonra başka biri haline gelmiş ve eski deli halinden bize küçük bir parça gösterdikten sonra asıl uslanmış hali ile mi devam edecekti? Pek de uslanmadığını ve bunun bizimle oynadığı oyunun bir parçası olduğunu biraz sonra görecektik ancak hala gelen şeyin nasıl bir şey olduğuna dair hiç bir fikrimiz yoktu.


Shoot Me Down'un ardından The Ship Song başladı ki benim için konserin bu anı gerçekten büyüleyiciydi. Cave, Red Right Hand'den sonra ikinci bombayı da alana bırakmıştı. Seyircinin büyük kısmı şarkıya eşlik ederken (ki etmesek daha iyi mi olurdu acaba? Ama çoşmuştuk bir kere) kendi berbat sesimle ben de şarkıyı söylerken buldum kendimi. Tekrar yükselmeye hazırdık ancak Nick Cave bize dibin dibini göstermeye karar vermişti. Tekrar Skeleton Tree'ye dönüp Girl in Amber'e başladı. Yeniden konserin ilk 10 dakikasına dönmüş, matem elbiselerimizi giymiş ve bu sefer oğlu Arthur'un ölümünü eşi Susie Bick'in ruh hali üzerinden dinlemeye başlamıştık. Yeniden girilen bu matemden nasıl çıkacağımız ise tam bir muammaydı. Bu muammayı da çözecek kişi bizi kendi matemine yeniden dahil etmiş olan Nick Cave'den başkası değildi. Tüm seyirciyi gömdüğü dipten öyle bir çıkaracaktı ki konserde olan herkes neye uğradığını şaşıracaktı.

Girl in Amber'den sonra sahnenin arkasındaki dev perde bembeyaz aydınlandı ve siyah beyaz bir kasırga görüntüsü belirdi. Tansiyon bir anda yükselmeye başladı ve Tupelo başladı. Tupelo aslında Nick Cave ve Mick Harvey'in John Lee Hooker'ın 1927'de Mississippi'de gerçekleşen ve bir çok yeri büyük bir selle silip süpürmüş bir kasırgayı anlattığı, şehirle aynı isimdeki şarkısından esinlenmiştir. Cave ve Harvey Tupelo'da aslında bu selden daha sonra doğmuş olan Elvis Presley'i bu kasırgada doğan bir aziz gibi resmeder şarkıda. Şarkı yükseldikçe Cave sahnenin bir ucundan bir ucuna koşturarak şarkıyı söylemekteydi. Sanki fırtına öncesi toplanan kara bulutlar gibi seyircinin üzerine çökmeye hazırlanıyor gibiydi. Biraz önce ağırlaşan tempo tekrar ve beklenmedik şekilde hızlanmış, konser alanındaki enerji yine yükselmeye başlamıştı. Sinüs eğrisi bu sefer en dipten yukarıya doğru hızla yükselmekteydi. Ben de önümdeki arkadaşıma eğilmiş şarkının hikayesini anlatıyordum ki bir anda Nick Cave sahnede görünmez oldu. Ardından, tekrar gördüğümüzde önümüzdeki insan seli üzerinden bize doğru yürüyordu. Tanrısız, çılgın ve "pis" bir azizin suyun üzerinde yürümesi gibi insanların omuzlarına basarak biz "ucuzcuların" olduğu yere kadar geldi ve şarkının geri kalanını omuzlar üzerinde söylemeye başladı. Cave, fırtına bulutları gibi enerjiyi toplamış alandaki tüm seyircilerin üzerine doğru yönlendirerek kendisi bir kasırga haline gelmiş esiyordu. Kötü tohumlarını kasırganın rüzgarında orada bulunan herkese fütursuzca saçmaktaydı. Sahne arkasındaki görüntülerde rüzgar çoştukça Nick Cave'de seyircilerin omuzları üzerinde daha sert esmekteydi. Ortada biraz da John Lennon'un "Arka sıradakiler alkışlasın, ön sıradakiler de mücevherlerini şakırdatabilir." hali de vardı sanki. Nick Cave, paranın çizdiği çizginin tam üstünde tebaasının içindeydi.

Ve Nick Cave seyirciler arasına dalıp omuzlar üzerinde kasırga gibi eserken

Tıpkı suyun üzerinde yürüyen aforoz edilmiş bir aziz gibi geldiği gibi suyun, yani seyircilerin, üstünden yürüyerek sahneye geri döndü ve Tupelo sonlandı. Ardından, Nick Cave ile cinayet saatine doğru ısınma turlarımız başladı. Biraz önce kasırga gibi esen grup ve Cave bu sefer Jubilee Street'e başlayarak bir genelev sokağında, tutku cinayetine kurban giden bir fahişenin hikayesini anlatmaya başladı. Şarkının ağır ağır başlayan temposu ile biraz önce yaşadığımız "şey"in yarattığı sersemliği üsümüzden atmaya çalışırken Jubilee Street'in artan temposu seyirciyi ve sahnedeki tüm grubu yeniden harekete geçirmekteydi. Bir miktar nefes almayı beklerken Jubilee Street'in son bölümü albümdekinin de ötesinde tam bir delirme haline dönüşüyor, hepimiz Nick Cave'in bir genelev fahişesinin ölümü üzerinden kurduğu yeniden doğuş metaforu üzerinde yükselmeye devam ediyorduk. Şarkının son bölümü o kadar çılgın bir tempoya ulaştı ki Tupelo ile başlayan kasırga tüm konser alanı üzerinde daha da şiddetli esmeye başladı. Konser artık bir konserden çok bir ayini andırmaktaydı. Suyun üzerinde yürüyen bu azizin neden aforoz edildiğinin deliline şahit oluyorduk.

Jubilee Street ardından The Weeping Song başladı. Artık gidenlerin ardından ağlama faslına girmiştik. Burada belki bir miktar soluk alabilirdik. Ancak, Nick Cave'in yarattığı bu yüksek enerjiyi düşürmeye hiç niyeti yoktu. Şarkının ortasında tekrar omuzlar üzerinde "ucuzcular" ile "zenginler"i ayıran demirin bulunduğu yere omuzlar üzerinde yürüyüp bir maestro gibi grubu, müziği, seyirciyi ve konser alanındaki enerjiyi yönetiyordu. Açıkçası, sadece Nick Cave'in gözlerinde gördüğüm o tatmin ifadesini, "Bak bu iş işte böyle olur. Rock konseri böyle yapılır." bakışını görebilmek için bile orada olmak gerekirdi. Sahnede bu kadar çakmak çakmak bakan, bu kadar hakim birisini seyretmedim diyebilirim. The Weeping Song'un içindeki alkışlı kısımda tüm seyirciyi omuzlar üzerinde yöneterek tempo tutturması, atlayan, tutmaya çalışan vs. tüm tepkilere umursamazca ve iradenin elinde olduğunu çok net belirterek verdiği tepkileri ile konser standart bir konserin çok ötesindeydi artık. Karşımızda bir müzisyen değil tebaasına kavuşmuş ve aforoz edildiği kilisesine baş kaldıran bir aziz vardı artık. Bizler de "bedelini ödeyerek" o tebaaya dahil olmaya kabul edilmiş ve bundan memnun insancıklardık o kadar.

Nick Cave The Weeping Song'da tüm alanı omuzlar üstünde yönetirken

Ancak, Nick Cave'de gazı almıştı belli ki. Şarkının sonuna doğru yine omuzlar üzerinde sahneye döndükten sonra son bombasını da patlattı. Güvenlikçilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan Stagger Lee başlarken sahne ile seyirciyi ayıran kapıları açtı ve bu sefer sahne önündekileri sahneye almaya başladı. Bu sırada, şarkı başlamıştı. 2001'de bize bir kere bile dönmemiş olan Ellis bu sefer sahneye çıkan seyirciye yer gösteriyordu. Ellis'in yer göstermesine gülerken diğer yandan sahne önü bileti almamış olmama uzunca bir süre küfrettim. Sahneye çıkanların arasında İzmir'den gelen 30 yıllık arkadaşımı görünce biraz daha küfretmiş olabilirim, tabii ki. Sahneye çıkanlar aslında Stagger Lee'de anlatılan hikayenin geçtiği bardaki müşteriler olarak dans etmekle de görevliydi. Nick Cave bir taraftan sahneye aldığı seyircilere yer gösteriyor bir yandan da elinde cep telefonu selfie çekmeye çalışan bazı öküzlere de "Sok o telefonu münasip bir yerine" diyordu. Bunu derken de öyle pek kibar değildi ve iyi ki de öyleydi. Sonuçta şu konserde sahneye çıkmışsın arkadaşım. Bırak telefonu da tadını çıkar yahu. Tabii tüm bunlar olurken güvenlik görevlilerinin panikleri ve ne yapacaklarını bilemez halleri ile bir oraya bir buraya koşturmaları da oldukça eğlenceliydi. Sinüs eğrisi tavan yapmıştı ve bu sefer yönünü aşağıya doğru çevirmeye hiç niyetli gibi de görünmüyordu.

Tupelo, Jubilee Street, The Weeping Song ve Stagger Lee ile tavan yapan enerji ile herkes iyice yükselmişti ancak bir şekilde yere de inmemiz gerekiyordu, ama nasıl? Sağolsun Nick Cave bunu da düşünmüştü belli ki. Stagger Lee ile son kez dev bir ses ve enerji bombardımanı yaptıktan sonra Push the Sky Away başladı. Küçükçiftlik Park'daki herkes yavaş yavaş sakinleşirken diğer yandan ellerimizle göğü ittirip kendimize biraz daha yer açmakla meşguldü. Sahneye davet edilmiş olan seyirciler halen sahnede oturuyorlardı ve Nick Cave yine omuzlar üzerinde gidip gelerek bize göğü nasıl ittirerek kendimize yer açacağımızı gösteriyor, biz de ona uyarak göğü biraz daha ittiriyor yükselmek için kendimize yer açmaya çalışıyorduk. Şarkı devam ederken seyirciler yavaş yavaş yerlerine yönlendirildi, sahne yine gruba kaldı. Bu sırada bir kız ile Nick Cave arasında bir t-shirt çekişmesi de oldu ama sanırım kız galip ayrıldı bu çekişmeden. Push the Sky Away ile göğü öteledikten sonra grup el salladı ve sahneden çekildi. Nasıl yani? Konser bitmiş miydi?


Ve seyirciler sahnede...

Tabii ki konser hemen bitmeyecekti. Tüm seyirciler Nick Cave'i ve onun kötü tohumlarını saçmasına devam etmesini istiyordu. Grup da, Nick Cave'de çok fazla naz yapmadı zaten. Enerji hala yüksekti ve kimsenin normal hayata hemen dönmek gibi bir arzusu da yoktu. Grup geri döndü ve önce City of Refugee ile kalan son enerjimizi de kullandıktan sonra hepimizi konserin başındaki mateme geri döndürdü. Nick Cave & the Bad Seeds, Rings of Saturn ile konseri kapattı. Evet, delirmiş, romantikleşmiş, cinayetler ve tutkular eşliğinde bir ayin gerçekleştirmiştik ama başladığımız yerde, Nick Cave'in matemiyle bu deliliği sonlandırıyorduk. Artık yönü aşağıya dönmez dediğimiz o eğri yine başladığı yere kadar alçalmıştı işte. Konser artık gerçekten bitmişti. Nick Cave & the Bad Seeds sahip olduğumuz tüm duygularla ve enerjiyle oynaya oynaya üstümüzden silindir gibi geçmişti. Kimsenin kıpırdayacak hatta konuşacak bile hali kalmamıştı. Nick Cave, Küçükçiftlik Park üstünde dev bir enerji bombası patlatmıştı ve orada bulunan herkes hala bunun sersemliği altındaydı.

Konser biter bitmez yanımdaki arkadaşımla birlikte hemen "ucuzcular" ile "zenginler" arasındaki demirlerin oraya seğirttik. Zira, konser boyunca Nick Cave'in oraya kadar nasıl geldiğini pek anlayamamıştık. En başta arada bir platform olduğunu zannetmiştik. Çünkü adam o kadar rahat ilerlemişti ki, omuzlar üzerinde bu kadar rahat yürüyemeyeceğine kanaat getirmiştik konser boyunca. Ancak, ortada platform filan yoktu. Bunu sahneye çıkmayı başaran arkadaşımı arayarak da teyit ettim zira inanması zordu gerçekten. Tabii o telefonu "Alo" diye değil aklıma gelen en galiz küfürleri ederek açtığımdan emin olabilirsiniz.

Sahnede bağıran o beyaz sakallıya çok küfrettim... Çoookkk...

Konser o kadar acayipti ki ben de arkadaşım da bir süre konser alanından ayrılmak istemedik. Daha doğrusu ayrılacak mecali kendimizde bulamadık. Seyrettiğimiz şey gerçekten hayal ettiğimizin de ötesinde bir şeydi. Açıkçası, Nick Cave'den bir uçukluk bekliyordum ama konserin bu denli sarsıcı ve etkili geçeceğini hiç tahmin etmemiştim. Sanırım bu enerji bombardımanı benim çeneme vurdu ki büyük ihtimalle konser alanının arkasındaki çimenliklerde car car konuşmaktan kızcağızın kafasını da epeyce şişirdim. Eh, konserdeki ukalalıklarım, "Bak şu şarkı şu, bu şarkı da bu" diye ikide bir zır zır konuşmalarımın üstüne kesinlikle çekilmez bir şey olmuştur bu ama adam öyle bir sarstı ki ortalığı kusuruma bakmasın artık. Aslında, söylediğim üç cümleden biri "Ulan nasıl dağıttı lan adam ortalığı. Nasıl bir enerji bu yaw."dı ama o coşkunun üzerine benim çenem hiç çekilmemiştir kesin. Genelde seyrettiğim konser iyiyse bana bir susma hali gelir normalde ama bu sefer coştukça coştum. Konserden önce Twitter'da Nick Cave konserine gelirken fazla bir şey içmenize ya da destek almanıza gerek yok doz aşımına uğrayabilirsiniz diye yazmıştım. Ancak, bu kadarını hiç mi hiç beklemiyordum. Sanırım doz aşımına uğramıştım o sırada.

Çok net söyleyebilirim ki, bu konser benim izlediğim en iyi konserlerdendi. Hatta, hayatım boyunca yaşadığım en şahane 2-3 geceden biri oldu diyebilirim. Bugüne kadar yoğun bir enerji hissettiğim sadece iki konser oldu. Bunlardan ilki Harbiye Açıkhava'da seyrettiğim Deep Purple konseriydi. Tabii ki o konserdeki yoğunluk biraz da benim iflah olmaz bir Deep Purple ve Jon Lord meftunu olmamdı. Diğeri ise Roger Waters'ın The Wall konseriydi zaten. Bu konser hem müzikal olarak (çok bahsedemedim yazıda ama adamlar şahane çaldılar) hem Nick Cave'in yarattığı ancak bir ayinle eş değer olabilecek ruh hali nedeniyle bu iki konserin yarattığı etkiyi yarattı bende. Stagger Lee'yi bambaşka ve oldukça farklı bir şekilde çaldılar. Jubilee Street'in son bölümü gerçekten inanılmazdı. Açıkçası günlerce sadece Nick Cave dinledim konserden sonra. Albümde dinlerken çok da dikkat etmediğim Push the Sky Away'in artık benim için bambaşka bir anlamı var mesela.

Uzun bir yazı oldu biliyorum ama bu kadar sağlam bir konseri iki paragrafta anlatmak imkansızdı benim için. Muhteşem bir konser, şahane bir geceydi. Nick Cave bir kasırga gibi esti İstanbul'da o gece. Bu sefer not falan veremem ben bu konsere. İnsan hayatı boyunca geçirdiği en şahane gecelerden birine nasıl not verebilir ki?

Neyse, bu öyle bir rüzgardı ki ne kadar yıkıcı olursa olsun bir daha essin istiyor insan. Umarım yine eser de kötü tohumlarını üstümüze saçar biraz daha. Konser başında önlerinden geçip rahatsız ettiğim herkesten de gecikmiş bir özür dilerim. Valla bir daha yapmayacağım... :)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akreplerin İstilası - Scorpions İstanbul'da

Wishbone Ash İstanbul'daydı...

Megadeth'in İstanbul Macerası